Kendini Arayan Tohum – Özlem KAYA – Ocak 2015

Gözlerimi açtığımda kendimi kocaman bir dünyada buldum. Sonradan öğrendim, sera imiş dünyamızın adı. “Aman Tanrım” dedim, “dünya ne güzelmiş.” İçeride huzur veren bir aydınlık vardı, bitkilerin üzerine düşüyordu ışık hüzmesi. Her yer yemyeşildi ve mis gibi kokular yükseliyordu. İçim kıpır kıpırdı, yerimde duramıyordum. Sanki içimde bir müzik çalıyormuş gibiydi. Ayaklarım benim iradem olmadan hareket edecekler sandım. Hemen sıçrayıp her yeri keşfetmek istiyordum.

O anda fark ettim yalnız olmadığımı… Baktım, bulunduğum cam kasenin bölmeleri içinde benim gibi onlarca tohum vardı. Sanki bir şeyi bekliyor gibiydiler. Bir an önce hepsini tanımaya can atıyordum. “Günaydın arkadaşlar” dedim. Heyecandan biraz fazlaca yüksek sesle söylemişim anlaşılan; şaşkın şaşkın bana baktılar. Yanaklarım kızardı biraz ama tekrarladım; “Günaydın, bugün benim ilk günüm ve ben çok heyecanlıyım.” Gördüğüm kadarıyla herkes benim gibi kıpır kıpır değildi, hatta kimileri esneyerek yüzüme bakıyordu. Yanlış bir şey mi söyledim diye düşündüm ama içimde öyle bir enerji vardı ki kendimi susturamıyordum. “Burada, aranızda olmak ne güzel, Sizlerle tek tek tanışmak istiyorum’” dedim.

Biri cevap verdi sonunda “hoş geldin aramıza ufaklık, ben soğan tohumuyum, bunlar da ailem.” Evet, gerçekten de öbek öbek duruyorlardı cam kasenin içinde. ‘Memnun oldum dedim, ama soğan ne demek?’ ‘ Ne mi demek dedi, soğan demek işte, yemeklere lezzet katarız biz.’ ‘Hmm’ dedim, anlamaya çalışarak, “öyle mi?” Bir diğeri de selamladı beni gözleriyle ‘aramıza hoş geldin, bizler de çilek tohumuyuz’ dedi yanındakileri göstererek. Ben de onları selamladım gülümseyerek. Sonra çilek tohumu ‘bizi çok sever insanlar’ dedi ‘güzeldir tadımız’. ‘Bu sıcacık serada dikileceğimiz vakti bekliyoruz’ diye ekledi. Sonra patates tohumları, patlıcan tohumları ve sırayla bir çoğu kendilerini tanıştırdı. Şaşkındım.

Patates tohumuyla derin bir sohbete daldık sonrasında. “Neden sen de çilek tohumu olmadın ki’ dedim, baksana çilekleri çok severmiş insanlar.” Uzun uzun güldü, bana. Öyle şey olmazmış. “Neden ki” dedim ona ‘evet renklerimiz ya da boylarımız biraz farklı ama hepimiz tohumuz sonuçta ve birbirimize benziyoruz işte, neden olmasın, hem nerden biliyorsun patates olacağını dikileceğinde’ “Biliyorum işte’ dedi ‘ailem öyle söyledi bana, hiç şüphe etmedim ki.”

Diğerleriyle de konuştum bütün gün. Nasıl da eminlerdi kim olduklarından. Şüphe değildi bahsettiğim, ama anlatamadım hiç birine. Nasıl emin olabilirdik ki toprak anayla buluşuncaya kadar. Hem neden kendimiz karar vermeyelim ki kim olacağımıza. İçimde güçlü bir ses vardı, “kim olacağını seçebilirsin” diyordu bana. Neden olmasın ki ? Seçebilirdik istersek.

Günler boyunca anlatmaya çalıştım onlara ama bu fikirle hiç ilgilenmediler. Hatta bir çoğu benimle dalga geçtiler. Biraz yorulunca anlatamamaktan, genç tohumlara koştum onlardan medet umdum. Onlar beni anlar, onlarda da içlerindeki kıpırtıyı duyuyor olmalı diye düşündüm ama öyle memnun görünüyorlardı ailelerinin yanında olmaktan beni dinlemek bile istemediler.

Her şeye, herkese, her söylenene rağmen içimdeki kıpırtı azalmıyor, artıyordu. Tüm dünyayı gezmek, herkesi tanımak ve sonra karar vermek istiyordum kim olacağıma. Gözüme uyku girmiyordu. Bir şeyler yapmalıydım.

Sabah ışıkları seramızı aydınlatmaya henüz başlıyordu ki ‘hadi’ dedim kendime ‘hadi, burada daha fazla vakit harcamadan koyul yola’. Kapı ağzına geldiğimde bir an için tereddüt etmedim değil; bir yanım özeniyordu onlardaki bu eminliğe. Nasıl bu kadar emin olabiliyorlardı anlayamıyordu ağır basan diğer yanım. Bir kez daha, ‘seçebiliriz’ dedi içimdeki o ses. Ve dışarıya ilk adımımı attım.

Daha ilk adımda çok şaşırmıştım. “Dünya sandığımızdan daha büyükmüş” dedim kendi kendime ‘burayı arkadaşlarım da keşke görseydiler’. Anlatması çok zordu. Boyumun misli misliydi her şey. Yeşilliklerin arasında uçsuz bucaksız bir mavilik görünüyordu, ne olduğunu anlayamadım. Çeşit çeşit börtü böcekle karşılaştım, herkes harıl harıl işinde gücündeydi. Soru soran bir bendim sanki. Kimsenin neler olduğunu sorgular gibi bir hali yoktu. “Peki neden ben böyle yollara düştüm ki” diye düşündün bir an “neden ben de herkes gibi değilim, daha doğrusu kimim ben ve nasıl karar vereceğim kim olduğuma.”

Kafamda bin bir soru dönerken hava sanki kararır gibi oldu, kocaman bir karartının üzerime doğru geldiğini son anda fark ettim. Donup kalmıştım. Birden kolumdan biri çekiverdi. “dikkat etsene” dedi “ezileceksin’” Ne olduğunu anlamaya çalışıyordum ki “çiftçinin ayağının altında kalacaktın az daha’ dedi. ‘görmüyor musun, çapa yapıyor.”

Kendime gelince olan biteni bana anlattı. Kocaman bir sebze bahçesiymiş dünyamız. Meyveler de varmış. Patlıcanlar, kabaklar, maydanozlar, elmalar, armutlar varmış. Onları tanımadığımı ve tanımak ve kim olacağıma karar vermek için bu yolculuğa çıktığımı anlattım ona. O da güldü bana. Acaba benim gibi düşünen birini bulamayacak mıydım?

Domatesmiş beni kurtaran arkadaşımın adı. Kendinden bahsetmesini istedim, bir süre onunla kaldım. O da kendini anlattı uzun uzun. Anlattıkları öylesine büyülemişti ki beni daha ilk adımda kararımı verdim sanırım dedim, domates olmalıyım. “Ne güzel” dedim, “herkesin sana ihtiyacı var desene, çok önemli biri olmalısın sen, baksana her yemekte, her sofrada gereklisin.” Bunu duyar duymaz böbürlenmeye başladı domates “ne sandın ya” dedi “ben olmasam ne lezzeti olur ki şu sebzelerin.” Yanlış bir şey mi söylemiştim, yoksa ihtiyaç duyulmak böyle bir şey miydi acaba? Sana ihtiyaç duymaları senin diğerlerinden daha üstün olman mı demekti? Açıkçası kafam karışmıştı. Domates olmalı mıydım karar veremiyordum. Önemli olmak güzel olmalıydı ama üstünlük değildi aradığım. Diğerleriyle eşit olmak istiyordum. Ayrıca sanki gözleri kör ediyordu bu önemlilik denen şey. “Anlaşılan burası değil yerim” dedim. “Ben var ya ben’..” diye cümleler kuruyordu domates, ben oradan ayrılırken.

Tüm gün ve tüm gece yürüdüm. Ayaklarıma kara sular inmişti. Nerede dinlensem diye düşünürken iri iri yaprakların arasında onu gördüm. Ne kadar narindi, sarıya çalıyordu rengi. O ana kadar gördüğüm en güzel şeydi. Yorgunluğumu bile hiçe sayıp koştum ona doğru. Ama sert bir şeye basmış olmalıydım, ayağım çok acıdı. “Ah” dedim kendi kendime ‘bu da ne’?” “Diken gibi serttir tüylerim” dedi cevap verdi kabak. ‘Peki o?’ dedim sarı çiçeği göstererek. O da benim, bu da benim’ dedi ‘cildim tüylerle dolu da olsa enfes çiçekler açar üzerimde’. Onunla kalmak istediğimi, onu daha iyi tanımak istediğimi söyledim ona, ne yalan söyleyeyim çiçeğiydi beni etkileyen. O da anlamıştı bunu. “Herkes çiçeğimi görünce çok etkilenir.” dedi, “ama kimi sever kimi sevmez tadımı, öyle çok lezzetliyim diyemem. Dereotu kardeş süslerse beni daha bir güzel olurum.” Hiç bir iddiası yoktu, kendini olduğu gibi kabul etmişti anlaşılan. Kararımı vermek üzereydim sanki kabak olmak istiyordum. Öylesine güzeldi ki çiçeği. Çiçeğini dedim ‘biraz daha anlatsana bana onu. Nasıl bu kadar güzel olabiliyor?’. Gülümsedi, çok uzun süre yaşamazmış meğer çiçek. Güzelliğin bu kadar çabuk geçtiğini öğrendiğimde içimi bir hüzün kapladı. Daha fazla kalıp ona kaptırmak istemedim kendimi, sessiz sedasız ayrıldım oradan hava kararınca.

Kolay değildi anlaşılan bu yolculuk. Hatta belki gerekli bile değildi. Seraya geri mi dönmeliydim? Elbet bir söyleyen bulunurdu bana kim olduğumu. Ben de ona inanır, dikileceğim zamanı beklerdim diğerleri gibi. Bir süre yürüdükten sonra yorgunluk ve hüzün çöktü üzerime, bir kenara yaslandım. Dönsem mi dönsem mi diye düşünürken uykuya kalmışım.

Gözlerimi açtığımda onun dibinde buldum kendimi. Bodur bir ağacın dallarında duruyordu turuncu turuncu. Dallar ağırlıklarından aşağılara kadar sarktığından epey yakınlaşmıştık. “Heey” diye seslendim, “sen de kimsin?” “Ben portakalım” dedi kibar kibar. Ağacı kadar kendi de güzeldi. Ama güzellik değildi artık aradığım. Ona yolculuğumu anlattıktan sonra ‘biraz burada seninle kalabilir miyim?’ diye sordum. ‘pek tabii ki’ dedi gayet sevecen bir tavırla. Ve ilerleyen günlerde telaşsızca bana kendinden bahsetti, İçindeki vitaminden, bir çok kişiye iyi geldiğinden, kışın çok yendiğinden, suyunun da çok sevildiğinden bahsetti. Çok etkilenmiştim. “çok yararlısın desene” dedim, “çocuklar için, hastalar için şifasın.” Galiba artık kim olmak istediğimi bulmuştum. Herkes için faydalı olmak istiyordum, bundan daha anlamlı bir şey yoktu bildiğim. O an içimdeki sesi duydum tekrar “kendini tanımazsan kendine yararın olmaz ki başkalarına olsun.” dedi. Ne demekti ki kendini tanımak? Ona susmasını söyledim, portakal kendini tanımış mıydı ki herkese faydası vardı? Duymak istemiyordum artık onun sesini. Ama en çok birkaç gün susturabildim onu. Sussa bile varlığını hissedebiliyordum içimde. Kıpırdanıyordu yine. ‘Geri dönerim belki’ diyerek veda ettim portakala.

Tekrar koyuldum yola. Sandığımdan da uzun olacaktı bu yolculuk belli ki. Yeşil otların arasından yürüyordum onun sesini duyduğumda. “Ah” dedi “dikkat etsene biraz, üzerime basıyorsun.” Etrafı aradım taradım ama ortalıkta görünen bir şey yoktu. “Sen kimsin ve söylesene nerdesin, seni göremiyorum.” dedim. “Çünkü hep yukarılara bakıyorsun” dedi, “saçlarıma basıyorsun, gövdemse derindedir benim, havucum ben.” Özür diledim ona bastığım için ve hikayemi anlattım ona. ‘Görüyorum ki’ dedi ‘gerçekten de gözün yüksekteymiş hep. Bak dedi benim gövdem toprağın altında gizli, seni görmeleri o kadar da önemli mi’. ‘Herkes beni sevsin istiyorum’ dedim ‘bu o kadar kötü bir şey mi?’ ‘Tabii ki hayır’ dedi “ama seni sen olduğun için sevmeliler.” Ve ekledi “sen kendini sen olduğun için sevmezsen herkes nasıl sevebilir?” Derinde olan sadece gövdesi değildi, anladım. Kim olduğumu bilmeden kendimi sevebilir miydim acaba diye sordum ona. Bana bildiklerini sabırla anlattı. Orada kaldığım sürede havuçtan çok şey öğrendim ama daha yolculuğum bitmemişti, biliyordum. Ona teşekkür ederek oradan ayrıldım.

Gerçekten de dünyada keşfedecek, öğrenecek ne çok şeyin olduğunu düşünürken gözlerim kamaştı. Kabak çiçeğini de görmüştüm ama bu öyle bir şey değildi. Başka bir dünyadan gelmişti adeta. Bembeyazdı, ışıktan yapılmıştı sanki. Yapraklarında su damlacıkları vardı ve her yere mis gibi bir koku yayıyordu. Büyülenmiştim, gözlerimi alamıyordum. Günlerce onu seyrettim. Oradan başka bir yere kımıldayamıyordum. Daha önce bana sormadan hareket eden ayaklarım yere çakılmıştı adeta. Benim gibi onun zarafetinden büyülenmiş kelebeklerin biri gidiyor, bir diğeri konuyordu üzerine. Günler sonra cesaretimi toplayarak kim olduğunu sordum ona. “Beyaz Gül’üm ben.” dedi. Sesi en güzel müzikten daha güzeldi. “Ben de” dedim, “ben de beyaz gül olmak istiyorum.” Gülümsedi, “Neden olmasın” dedi ‘”stersen olabilirsin.” Ama biliyordum, onun sonsuz tevazuuydu bunu ona söyleten. Büyüleyici güzelliğine rağmen nasıl bu kadar alçak gönüllü olabiliyordu. Sessizce geçirdik daha sonraki birkaç günü. Onun yanında konuşmak bile anlamını yitiriyordu. Kendini tanımanın ne demek olduğunu tekrar düşünmeye başladım onun ayaklarının dibinde. Gerçekten de beyaz gül olma ihtimalim varsa bir gün dedim kendime öncelikle kendim olmam için bu yolculuğa devam etmem gerekiyor. Bir sebze tohumuydum ben, o bütün dinginliğiyle bu gerçeği bana hatırlatmıştı, tek bir söz bile etmeden. Bunu kabul ettiğimde ayaklarım hareket etmeye başladı yine. Yolculuğa devam etmelisin dedi içimdeki ses.

Henüz yola koyulmuştum ki rehberimle tanıştım. Sanki beni bekliyor gibiydi. Ona kim olduğunu sorduğumda “ayçiçeği de derler bana güneaşık da derler. İsmin bir önemi yok ama aşık olduğum doğru.” dedi. Yüzünü aşığına, Güneşe dönmüştü. “Ne güzel” dedim, “benim gibi değilsin yönünü biliyorsun, hep bildin.” Gözlerinden sevgi damlıyordu, gülümsedi ve yapraklarını bana uzatarak beni yukarı çıkardı ve O’nu gösterdi. ‘Küçüğüm’ dedi ‘bilen ben miyim orası meçhul. Bak’ dedi ‘’O’na bak. Bana yönümü o gösterir, benim tek yaptığım O’na yönelmek’. “Üstelik sadece bana değil herkese gösterir yönünü, herkesi besler, doyurur. Ayrım gözetmeden, karşılık beklemeden; aydınlatan benim, hatta seni sen yapan benim demeden. Sonsuz sevgisinden alır gücünü. Kim olduğunu bilmek istiyorsan O’na sor. O seni de aydınlatır.”

O’na baktım, gözlerim kamaştı önce. Öylesine aydınlıktı ki, sanki içimi de aydınlatmıştı. Bir süre seyre daldım iç alemimi. İçimde sabırla kırmızı bibere dönüşmeyi bekleyen acılıklarımı, kırmızı rengimi gördüm. Güne aşığa döndüm hemen, “gördüm” dedim “acı biber tohumuyum ben.”

Gördüğüm sadece o değildi aslında. İçimin derinliklerinde herkesten, her şeyden bir parça vardı gördüm. Belki de seçebilirdim gerçekten de kim olacağımı. Ama bunu ne önemli olmak, ne güzel olmak, ne yararlı olmak için yapmalıydım. Hepsiyle, her yönümle dost oldum o an. Kocaman bir aileydik biz ve ben de bu ailenin acı biber olmak için tohumlanmış parçası olmaktan memnundum.

Seraya geri döndüğümde kendimi güvenle çiftçinin ellerine bıraktım. Zamanımın gelmiş olduğunu düşünmüş olmalı ki o da beni toprak ananın ellerine bıraktı sevgiyle. Kısa bir süre sonra içimdeki kıpırtıların hareketlenmeye başladığını hissettim bir kez daha. Bu sefer yolculuğum yeryüzüne doğru uzanıyordu. Dünyamla tekrar buluştuğumda huzurluydum artık. Filizlenmeye başladı dallarım. Telaşsızca gelişmeyi bekledim, büyümemi izledim. O’nu gördüm gözlerimi açar açmaz, göz kırptı beni görünce. Kızarmaya ve acılaşmaya başladığımda yüzümde kocaman bir gülücük belirdi, diğerlerini selamladım büyük bir mutlulukla. Mutluydum, evet. Ne de olsa biliyordum artık yönümü.

13,4 dakikalık okuma 28 Ocak 2015

Bir Yorum

  1. Zübeyde Nuray ÇAĞIRAN

    Sevgili Özlem, Harika bir hikaye olmuş. Sonunu merakla bekledim. Ve hayal gücüne hayran kaldım . Eline emeğine sağlık🙏

Yorum yazabilirsiniz

Yazar hakkında: Özlem KAYA

Özlem KAYA
SIRLARIN KAVŞAĞINDA
KIŞ BAŞINDA BAHAR