Uzun, ama bir o kadar keyifli geçen yolculuktan sonra vardığı bu şehirde bir hayli mutluydu. Defalarca geldiği halde her seferinde yaşadığı bu duygunun neredeyse müptelası olmuştu. Şehrin her köşesi tarih, sanat, kültür kokuyordu. Ama insan bedeni işte, ne kadar mutlu olsa da yoruluyordu. Ufak tefek bir şeyler atıştırıp duşun altına girdi. Akan su, demine ait ne varsa akıtıyordu. Bu onun vazgeçmediği bir ritüeldi. Bu gece bu duşun altında arınacak ve yarın sabah, yepyeni bir enerji ile yine, yeniden başlayacaktı. Islak saçları ve mis gibi kokan bornozuyla yatağına uzandı. Bornozun bembeyazlığı iyiden iyiye rahatlatmıştı.
Perdenin arasından süzülen güneş ışığı yüzünü yalarken gözlerini açtığında, işte yepyeni bir gün, her şey yeni olacak duygusu ile kucaklaştı. Esneyerek kalktı yatağından. Nemli bornozuyla aynanın karşısına geçti ve gözlerinin içine baktı. Düne dair bir şey var mıydı gözlerinde? Dün var mıydı? Gözleri yepyeni ışıklarla parlıyordu. “Aferin, bu sefer de başardım” dedi ve yanağından bir makas aldı.
Üzerine rahat bir şeyler giyip dışarı çıktı. Havada yine onu büyüleyen enfes bir koku vardı. Manolyalar açmıştı. Karşıdan gelen keten şapkalı kadının nazik selamına karşılık verirken; bu şehrin insanları her zaman mı böyle mutlu, dost ve zarifler diye düşündü.
Sokağın köşesinden döndüğünde; bildiği, tanıdığı, neredeyse her satıcısıyla arkadaş olduğu açık pazara gelmişti. Her bir tezgahta oyalanarak, hal hatır sorarak ilerliyordu. “Ne yoktur ki bu pazarda acaba?” diye mırıldanıyordu bir taraftan. Tam karşıda nefis çörekler satan tonton amcaya yaklaşırken tezgahın altına kıvrılmış, miskin miskin kuyruğunu sallayan ve adeta gülümseyerek bakan köpeği gördü. İki çörek aldı. İşte dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağı bir kahvaltıydı elindekiler. Çöreğinin bir parçasını köpeğe uzatırken bu şehirde köpeklerin bile huzurlu olduğuna yemin edebilirdi.
Az ileride, her zamanki yerinde, renkli kıyafetleri ve makyajıyla onu gördü. Göz göze geldiklerinde, kadın hoş bir kahkaha atarak kollalarını açtı. Nasıl içten, nasıl sıcak bir sarılmaydı. “Bak bakalım bugün neler bekliyor seni bu tezgahta” dedi, kadın. Dikkatle gözlerini tezgahta gezdirmeye başladı. Ne bulacaktı acaba? Aslında bulmak değil, buluşmaktı. Bu sefer neydi buluşacağı? Dikkat ile bakarken gördü yeni objesini. Eli büyüklüğünde eski bir anahtar. Paslı, yorgun ve yaşlı. Adeta göz göze geldiler. Beni almadan gitme buradan dercesine bakıyordu anahtar. Satıcı kadın dayanamayıp ‘’seni çok uzun zamandır bekliyordu, en az dört kere uğradın o geldikten sonra ama ancak buluştunuz.” dedi. Söyleyecek söz yoktu. Anahtarla kavuşmuşlardı. Parasını ödeyip çantasına attı. Oradan uzaklaşırken ‘’dur bakalım hangi kapıları açacak’’ diye fısıldadı kadın arkasından.
Çantasına sıkı sıkı sarılmış, şaşkınlıkla yürüyordu. İçinden bir ses “anahtarla bu kadar zaman sonra buluştuysan kilidine de ulaşacaksın” diyordu. Nedense pazar yeri ilgisini çekmez olmuştu. Kendini dışarı attı; nereye gittiğini bilmeden yürüdü, yürüdü. Dayanamadı çıkardı anahtarı, çantasından. Sanki bir pusula gibi elinde tutarak gidiyordu. Anayoldan çıkmış küçük koruluğa doğru yönelmişti. Ne kadar zamandır yürüdüğünün farkında değildi ancak yorulmuştu. Zihninde yanıtını bilmediği türlü sorular vardı.
Bir taşın üzerine oturdu. İp gibi dizilmiş, sanki tek vücut gibi yürüyen karıncaları gördü. Acaba karıncalar biliyorlar mıydı ya da soruyorlar mıydı birbirlerine neden ve nereye yürüdüklerini yoksa sadece yürümek miydi yaptıkları? Soru sormayı bıraktı ve kalktı. Yürümeye devam edecekti. Bir kaç adım atmıştı ki bacasından usul usul duman tüten o küçük kulübeyi fark etti. Belli ki içeride yaşayan birileri var diyerek o tarafa yöneldi.
Susamış, dili kurumuştu kulübeye vardığında. Tahta kapıya birkaç kez vurdu. İçeriden zayıf bir ses “gel” dedi. “Nasıl geleyim, kapı kilitli”dediğinde; “anahtarı elinde, aç” dedi aynı ses.
Anahtar? Anahtar bu kapının mıymış? Nabzı yükselmiş, elleri titriyordu. Anahtarı tahta kapının kilidine takıp çevirdiğinde mekanik bir ses duydu. Kapı açılmıştı. Bu kadar eski göründüğü halde gıcırdamamıştı.
İçeride yumuşak bir aydınlık vardı. Gözlerini kulübenin içinde dolaştırmaya başladı. Çok uzun zamandır yaşamış olduğu anlaşılan ama artık yaşı olmayan bir kadın ona bakıyordu; alabildiğine sevgiyle. Saçları bembeyaz, vücudu belinden eğikti. Onu ayakta karşılamıştı. “Gel otur bir kahve yapayım sana, yolun uzun biraz soluklan” dedi, kimsin? nesin? diye sormadan. Tüm cevapları biliyormuş gibi… Karşılıklı kahve içtiler, sadece birbirlerine bakarak ve tek bir sözcük etmeden. Derin sessizliği paylaşarak.
“Hadi kahven bitiyse yoluna koyul artık” dedi kadın, “uzun bir yol var önünde seni bekleyen. Ben sana yolu göstereceğim ama sen yalnız yürüyeceksin. Sakın arkana bakma! Düşersen kendin kalkacaksın. Durma, oyalanma! Yorulursan yavaş yavaş bırak ağırlıklarını, hafiflersin enerjin yenilenir. Sadece yürü.”
“Nereye götürecek bu yol beni?” diyebildi heyecandan kısılmış sesiyle. Yaşlı kadın “onu yürümeden bilemezsin. Sen sadece yürü!” diye tekrarladı.
Ayağa kalktı, kulübenin arka kapısını açtı. Karşılarında yemyeşil uçsuz bucaksız bir ova görünüyordu. Dağların arasından başını çıkaran güneş, gel korkma bana doğru yürü diyordu adeta. Kadına teşekkür edip yola çıktı.
Uçsuz bucaksız yemyeşil vadide güneşe uzanan yolda tek başına yürüyordu…
Bir ses yükseldi birden, nereden geldiğini anlayamadığı. Gözlerini açtı. Saatinin alarmı çalıyordu. Yataktan çıktı. Yine üzerinde bornozuyla uyuyup kalmıştı. Komodinin üzerindeki bardaktan kana kana su içti.
İnsanlık Güneşi Vakfı – Yazımsama (Birlikte Yazma) Atölyesi
Dilek YORULMAZ, Ekim 2022