Bilgelik Güneşi Derneği (BGD) ve İnsanlık Güneşi Vakfı (İGV) genel arşivinden ve
Bilgelik Okulu faaliyetlerinden olan ‘Bilincin Geleceği – Geleceğin Bilinci’ ve
‘Sonsuzluğun Ölçütü; İNSAN’ Atölyelerinden yararlanılmıştır.

İnsana ve yaşama dair düşüncelerimiz, algımız hatta inançlarımız kendimizi tanıma yolculuğunda “ben kimim” ya da “yaşamın anlamı nedir” gibi sorularımızın cevaplarını ararken duyduğumuz ya da gözlemlediğimiz hikayelerle şekillenir. Bu hikayeleri zamanla o kadar içselleştiririz ki, sonrasında inananı ve anlatanı oluruz. Kendimize roller biçeriz bu hikayelerden. Yaşamı anlamlandırırız bu hikâyelerle. Belki de içinde bulunduğumuz çağın şekillendirdiği ve bu çağı şekillendiren tek bir hikaye var. İnsanoğlunun kendinden kendine anlattığı bir hikâye. Bugünlerde ise, bu hikâyenin çözündüğünü, gerçekliklerinin geçerliliklerini yitirmiş olduğunu iyiden iyiye fark fark ediyoruz. Birçok kişi bu eski hikâyenin inandırıcılığını yitirdiğinin farkında.

İnsan uygarlığı tarihi, ekonomi, maneviyat ve ekoloji konularında araştırmaları ve yayınları bulunan Amerikalı yazar Charles Eisenstein bu eski hikâyedeki insanı, kendinden ayrı bir evrende, birbirinden ayrı bireyler arasında bir birey; diğer zihinlerden ayrı bir zihin; dünyadan ve diğer ruhlardan ayrı, bedenli bir ruh olarak tanımlıyor ve ekliyor: “İnsan doğasının kökeninde de kendi çıkarlarımızı azami düzeye çıkarmak var. Bunun sonucu olarak da bireyler, kurumlar, sistemler rekabet halinde; bu nedenle kendimizi korumak için mümkün olduğunca fazla şeyi kontrolümüze almamız gerekiyor. Bu amaca ulaşmamızı sağlayacak her şeyin, örneğin para, statü, güvenlik, bilgi yani güç ve güvenlik olarak tanımladığımız her şeyin peşine düşmüşüz.”

Eisenstein’e göre bu hikâyede bilginin hem genetik hem de kültürel aktarıcısı olan bizler, özel hatta üstün bir türüz ve evrimini tamamlamış varlıklarız. Dini bakış açısıyla ruhu, bilimsel bakış açısıyla aklı olan tek canlıyız; dünyayı kendi tasarımımıza göre şekillendirmek üzere gerekli bilinç sadece bizde bulunur. İşte bu sebeple de gücün peşindeyiz. Bu gücü ne kadar iyi kullanırsak rakiplerle, düşmanlarla dolu bu evrende o kadar iyi durumda, o kadar rahat ve o kadar güvende oluruz.

Bu hikâyeye öyle uzun zamandır inanmışız ki, bu hikayenin yaşama dair sunduğu gerçeklikleri “gerçek” zannetmişiz. Bu hikâye dualite(ikilik) bilincine, rekabet kültürü üzerine kurulmuş. Bu hikayede sana daha az demek, bana daha çok demek anlamına geliyor. Dolayısıyla güvende olmak ve hayatta kalmak için yarışta öne geçmemiz, doğa güçleri dahil birçok unsuru yönetmeye çalışıyoruz. Kendimizi diğerlerinden ayrı gördüğümüz için “diğeri” diye tanımladığımız her şeyi, herkesi kontrol etmek istiyoruz.

Bu hikâyenin geleceğe dair savları vardı elbet. Bir gün yoksulluğun ortadan kalkacağı, toplumsal adaletin sağlanacağı, değerlerin galip geleceği ve insan odaklı politikaların benimseneceği anlatılırdı. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Zaman içinde ortaya çıkan veriler, bilgiler bu hikâyeyi derinden sarstı. Eski hikayenin hedeflediğini söylediği toplumsal yapı oluşamadı. Vaatler, beklentiler karşılanamadı. Üstelik, işler daha da karıştı; mevcut sistemleri, bildiğimiz medeniyet algısını tehdit eden sonuçlar doğurdu. Dünyamızı tehdit eden ekolojik durumlar giderek ciddileşti, toplumlar giderek kutuplaştı.

Bir süredir içinden geçmekte olduğumuz günlerde mevcut düşünce kalıplarının ve eylem biçimlerinin anlamlı ve geçerli olmadığını görüyoruz. Bu hikâyenin artık sonuna geldiğini anlıyoruz. Nitekim bugün rekabetin, ikiliğin, ayrılığın akıl almaz uçlara vardığını görüyoruz. Çünkü herhangi bir sistem sona geldiğini anlarsa mücadele eder, varlığını sürdürmeye çalışır. Son yüzyılda yaşanan işgaller, çevre sorunları ve daha nice şey mevcut hikâyenin sona ermemek için verdiği mücadeleyi apaçık ortaya koyuyor. Yaşamın temel sorularına verilen cevaplar ve bu cevapların üzerine kurulu olan kültür, sistem çökmek üzere. Medeniyetimizin tamamı değişiyor. Bildiğimiz cevapların geçerli olmadığını, bildiğimiz sistemin yıkıldığını fark etmek kaygı, korku yaşatıyor, şüphesiz. Ancak ne yaparsak yapalım bu hikâye bitiyor.

İnsanlık, yaşanan birçok sorunun temel nedeninin aslında kendiyle ve yaşamla ilgili mevcut anlayışından kaynaklandığını fark etmeye başladı. Bu eski anlayışın ve yarattığı kültürel ve sosyal yapının yetersizliği görünür oldu ve birçok kesim, özellikle de Y ve Z kuşağı tarafından ifade edilir oldu. Greta Thunberg uluslararası toplantılarda çevre sorunlarını yüksek sesle dile getiriyor ve yine Malala Yousafzai’nin dile getirdiği cinsiyet, ırk, köken, dil ve din ayrımcılığı uluslararası arenada yankı buluyor. Özellikle gençlerden köklü bir değişim, bir dönüşüm talebi yükseliyor. Belki de şu anda toplumda, dünyada yaşanan kriz yolumuzun önüne çıkmış bir engel değil. Gerçekten çok derin, dibe kadar giden bir değişim gerektiren bir fırsat.

Artık apaçık görüyoruz, “yeni” daha da önemlisi “gerçek” bir insanlık hikâyesine ihtiyacımız var. Bu yeni hikâye için bazı tahminler, bazı öneriler ortaya çıkmaya başladı bile. Ancak bunların hiçbiri henüz yaygın olarak kabul görmüş bir noktada değil. Yeni’nin insanlık tarafından anlamlı bulunması, kabul görmesi için belki de bir süre gerekli. Belki de yeni hikâyeye tam olarak hazır da değiliz. Çünkü, şu an bulunduğumuz yerden yeni’ye giden zorlu yolculukta hem değişim hem dönüşüm gerekli. Kişisel ve kolektif seviyede hemen her şeyin değişmesi, dönüşmesi gerekiyor. Sosyal, kültürel ve ruhsal bir bilinç sıçramasının eşiğinde olduğumuz hissediliyor.

Yeni bir hikâye ufukta görünüyor. Yeni, hayata verdiğimiz anlamda bir dönüşüm manasına geliyor. İnsanlığın dünya gezegeni üzerinde sahip olduğu rol dönüşüyor. Bizi bilmediğimiz bir alana taşıyor. Yeniye açık olma yaklaşımı ile karşı karşıya bırakıyor. Bu yeni hikâyeye dair bazı motifler görünür olmaya başladı. Bugün alternatif, bütüncül ya da ekolojik olarak adlandırdığımız uygulamalarda bunları görebiliyoruz. Örneğin, fairtrade, üreticilere hak ettikleri ödemeyi yapılmasını savunan ve sürdürülebilirliği teşvik eden pazar odaklı bir sosyal hareket; ecofriendly, çevre dostu ürünleri destekleyen bir sosyal oluşum; good4trust, etik ticareti teşvik eden online bir platform; memenomics, gelir adaletsizliği ve paranın gücünün akışına dayalı yeni ekonomik model arayışı ve Venus Projesi, “bir kültürün yeniden tasarlanması” sloganı ile yola çıkan, mevcut tüm ekonomik ve politik sistemlere alternatif getirmeye çalışan, endüstriyel tasarım projesi.

Görünen o ki ayrılığı temel alan eski hikâye yerini bağlantısallığı temel alan yeni bir hikâyeye bırakıyor. Bu yeni hikâyenin de hayatın temel sorularına verdiği cevaplar oluşmaya başladı. Bu yeni hikâyeye “Kavuşma Çağı”, “Birlikte Varolma”, “Bağlantısal Bütünsellik” gibi adlar veriliyor.

Bu isimler belki yeni ama aslına bakarsak parçalar arasındaki bağlantısallık vurgusu o kadar da yeni değil. Bugüne kadar bakıp da görmediğimiz, görüp de anlamadığımız ipuçları var; evrende, dünyamızda, hatta bedenimizde…

Altın oran gibi her şeyin birbiriyle bağlantılı ve ahenkli bir bütünlük içinde olduğunu bize ezelden beri anlatan nice kadim bilgi var. Altın oran, matematik ve sanatta, bir bütünün parçaları arasında gözlemlenen, uyum açısından en yetkin boyutları verdiği düşünülen geometrik ve sayısal bir oran. İki sarmaldan oluşan DNA’nın temelinde de altın oran bulunmaktadır. Her tam turunda 34 angstrom uzunluğunda ve 21 angstrom genişliğindeki spiral yapısı ile altın oranı bünyesinde bulundurmaktadır. 34/21= 1.619 sayısını yani. İnsan bedeninde de bu oran vardır, parmaklarımızda da, ayçiçeğinde, papatyada, deniz kabuklarında…

Altın oran sanatta ve mimaride de sıkça kullanılmıştır. Rönesans döneminin ünlü ressamları Leonardo Da Vinci, Rafaello, Bottiçelli eserlerinde altın oranı kullanmışlardır. Mimar Sinan’ın muhteşem eserleri Selimiye ve Süleymaniye camisinde altın oran kendini göstermektedir.

Bağlantısallık geometride de saklıdır. Geometri kelimesi dünyanın ölçümü veya dünyevi ölçümler olarak tercüme edilir. Geometri, parçanın bütün ile ayrılmaz ilişkisinin tüm formlara nüfuz eden yapısını ortaya koyar. Var olan her şeyin özgün tasarı şemasını, yani kutsal temelini oluşturan geometri bize bütünle ilişkimizin sürekli bir hatırlatıcısı, evrendeki bağlantılılığın ve her şeyin her şey ile görünmez ağlarla sürekli etkileşim içinde olduğunun kanıtıdır.

“Evrende çok yaygın bir geometri vardır. Evrenden, maddenin en küçük parçacığına kadar her şey, ortak kilometrenin şiddetli etkileri altındadır.” Kepler

Kolektif bilinçte gömülü olan arketipler, frekanslar ve geometri ile ortaya çıkar. Bunlar atom altı dünyasının sayıları ve harfleridir. Frekanslar saniye başına düşen titreşimdir. Evrenin dokusunu oluşturan matriste frekanslar sayı ile ifade edilir; sayılar ise şekillere karşılık gelir, onlar da desenleri yaratır. Desenler fraktal yapıdadır, yani en küçük parçada en büyük parçanın bilgisi, en büyükte de en küçüğün bilgisi mevcuttur. Bu yapılar yaşam enerjisinin sonsuza genişleyen akışında maddesel formların oluşumunda kalıp görevi görürler.

“Geometri, ebediyen var olanın bilgisidir.” Pisagor

Ezoterik bilgilere göre fiziksel evren geometrik bir plana göre yaratılmıştır. Hatta öze ait tüm hakikat, sürekli geometrik formlara dönüşerek bu bağlantıyı sürdürmektedir. Kutsal geometri, atom altı düzlemin yapısında gözlemlenen geometriyi, onun biçim ve ilkelerinin tümünü inceleyen bir çalışma alanıdır. Form ortaya çıkmadan önce ona yaşam veren kendilik bilgisi frekans ve desenler olarak yansır. Dolayısıyla geometri sadece benliğimizin dışında var olan bir ölçü değildir; o yaratımın maddeye dönüşme süreçlerinin tümünde olan temel bir bilinç aracıdır.

Doğada da en küçük parçacıklardan insan gözüyle fark edilebilen yaşam ifadelerine ve mikrokosmosa kadar her yerde geometrik desenler, tasarımlar ve biçimlerle karşılaşırız. Örneğin odacıklanmış deniz kabuklusu naitulus sabit bir oranda büyür ve şekil değiştirmeden bu büyümeyi karşılamak için logaritmik bir spiral oluşturur. Ayrıca balarıları ballarını tutmak için altıgen hücreler oluşturur. Geometri hem biyolojik hem de kozmik düzenin özünde olandır. Geometri yaradılış hakikatlerine dair saf bilgiyi bozulmadan günümüze taşımaya hizmet etmiş, arkaik dönemden orta çağa, oradan günümüze, mimari ve sanatta kutsal geometriye dayalı planlar çizimler ve süslemeler yapılmıştır.

Yaşam çiçeği deseni geometrik şekillerin en temellerinden biridir. İç içe geçmiş eşit alana sahip çok sayıda çember ve dışında bir büyük çemberden oluşur. Dünyanın farklı coğrafyalarındaki çeşitli tapınak ve yapılarda rastlanan bu sembolün her yerde aynı isme sahip olduğu söyleniyor. Saf şekil ve orantı olarak biliniyor.

Yaşam çiçeği, yaradılışı ve her şeyin birliğini simgeler. Bilincin fiziksel realiteyi nasıl yarattığının geometrik ifadesidir. Evrenin ve yaşamın tüm kodunun ve başlangıcının bu sembolde gizli olduğuna inanılmaktadır. Yaşam çiçeği torusun 2 boyutlu görünümüdür. 3 boyutlu simetrik bir yapı olarak tanımlanan torus canlı, cansız tüm varlıkların etrafında olan elektromanyetik alan dağılımında kendini gösterir.

Dünyanın döndükçe farklı yoğunluğa sahip katmanlar nedeniyle etrafında torus yapısına sahip bir elektromanyetik alan oluşur. Bu alan tıpkı bir bulut gibi canlıları dünya dışından gelen tüm zararlı kozmik ışınlardan korur. Ekolojik denge yani diğer bir deyişle yaşam buna bağlıdır.

Gezegenlerin, güneş sisteminin ve atomun dönüşü ile oluşan torus örüntüsünün, insan bedeni üzerinde de manyetik olarak var olduğu kabul edilmeye başlandı son yıllarda. Kalbin taşıdığı yüksek manyetik alanın tespit edilmesi, bedenin etrafındaki torus manyetiğini açıklamak için önemli bir delil kabul edilmektedir.

Rollin McCraty ve Annette Deyhle, dünyanın ve güneşin manyetik alanındaki dalgalanmalardan insanların etkilendiğinin uzun zamandır bilindiğini ifade ediyorlar. Tarihsel olarak da birçok kültür, kolektif davranışlarının güneşten ve diğer dış döngülerden etkilenebileceğine inanıyordu. Bu inanca yönelik ilk bilimsel kanıt, Dünya Savaşı’ndaki daha şiddetli çarpışmaları fark eden Rus bilim adamı Alexander Tchijevsky tarafından sağlandı. 1749’dan 1926’ya kadar olan dönemdeki, küresel insan tarihini güneş döngüleriyle karşılaştıran Tchijevsky’nin orijinal verilerinden oluşturulan aşağıdaki grafiklerde önemli insani olayların güneş döngüsü ile karşılaştırılması gösteriliyor.

Güneş aktivitesi yalnızca sosyal huzursuzluklarla değil, aynı zamanda mimaride, sanatta ve bilimde yenilik ve yaratıcılık hamleleri ve olumlu sosyal değişim dönemleri dâhil olmak üzere en büyük insani gelişme dönemleriyle de ilişkilendirilmiştir.

Son yıllardaki deneylerle ise bireylerin manyetik alanlarının da birbirlerini etkilediği anlaşılmıştır. Russek ve Schwartz, bu alanlar aracılığıyla bireyler arasında kardiyak enerji ve bilgi alışverişinin olabileceğini gösterdiler.

Teorik fizik profesörleri Larissa Brizhika ve Emilio Del Giudicede şöyle söylüyorlar: “Elektromanyetik alan, çok sayıda moleküler bileşeni içerebilen bir haberci gibi davranır, dolayısıyla makroskopik bir varlığı etkiler ve kendi dalga boyunda bulunan tüm moleküllerle etkileşime girer.” Bu şu anlama gelir: Manyetik alanlar, tüm canlı sistemleri birbirine bağlayan biyolojik bilgilerin taşıyıcılarıdır.

Bu hipotezin bir uzantısı olarak, yalnızca biyolojik olarak bilgilerin alıcıları olduğumuzu değil, aynı zamanda “küresel bilgi alanını” besleyebileceğimiz hipotezi doğar. Noosfer kavramı ilk olarak Ukrayna Ulusal Bilimler Akademisi’nden Vladimir Vernadsky tarafından tanıtıldı, ancak noosfer terimi Fransız filozof ve jeolog Pierre Teilhard de Chardin tarafından dile getirilmiştir. Teilhard, uzay ve zamanda var olan karmaşık yapının sürekli genişlediğini ve bilincin evriminde sürekli bir büyüme olduğunu algıladı. Buna noosfer adını vermiş ve insanın kolektif bilinci geliştikçe dünyayı çevreleyen noosferin de dünyanın ötesine, evrene doğru genişleyebileceği tezini önermiştir.

Noosfer, tüm insanlığın düşünce, fikir ve kültür birikiminin oluşturduğu bir bütün. Ya da başka bir deyişle insan zihinleri arasındaki etkileşimin gerçekleştiği dünyayı çevreleyen bir düşünce alanı. Jung’un “kolektif bilinçdışı” bağlamında her şeyin sonsuza dek birbiriyle bağlantılı olduğu bir evrende tüm şuurların da birbiriyle bağlantılı olduğunu söylediği gibi.

Bağlantısal bütünsellik günümüzde bilimde de kendine yer bulmakta; birçok yeni gelişme ortaya çıkmakta ve bağlantılı olduğumuzu gösteren bilimsel yaklaşımlarla ciddi oranda bir paradigma değişikliğine sebep olmaktadır. Bilimdeki bu yeni gelişmeler sosyal, ekonomik ve politik varlıklar olarak davranışlarımızı belirleme açısından son derece önemlidir. Bu gelişmeler sadece ilginç̧ değildir, kültürün yenilenmesine, tazelenmesine hizmet edecektir.

Bu değişikliklerin ilki, gen olarak adlandırdığımız DNA dizilimlerinin rastgele mutasyonla ve doğal seçilimle evrildiğini ve bu genlerin canlı organizmaların üreme çıkarlarını azamiye çıkarmaya programladığını söyleyen Neo‒Darwinci yaklaşımın çöküşüdür. Artık bu görüşün çok dar bir alanda geçerli olduğu, makroevrimin rastgele mutasyon yoluyla değil simbiyotik birleşme, dışarıdan DNA dizilimleri edinme ve organizmanın kendi DNA’sını kesmesi, parçalaması ve yeniden bir araya getirmesi yoluyla gerçekleştiği, ayrıca hücresel ve epigenetik kalıtımın da etkili olabildiği biliniyor.

Genetik açıdan çıkarlarını en yükseğe çıkarmayı amaçlayan münferit bir benliğin yokluğu eski hikâyenin birincil temelini çürütmektedir. Genetik benliğin sınırları akışkandır. Bu benlik diğer organizmalarla ve çevresiyle sürekli DNA alışverişinden doğar. Elbette benliğin sınırları vardır; ancak bu sınırlar değişebilir olduğu gibi, bu sınırlar içindeki benlik de değişebilir.

Dahası, ekoloji bilimi bize türlerin sadece kendi genetik çıkarlarına hizmet etmek için değil diğer türlerin ve bütünün ihtiyaçlarını karşılamak için de evrildiklerini gösterir. Bilim, bir türün soyu tükenirse tüm ekosistemin kırılganlığının arttığını ancak son dönemde anlayabilmiştir. Bir rakibin ortadan kalkması diğer türlerin çıkarına değildir. Bir türün varlığı her türü etkiler ve destekler. Yellowstone milli parkında yaşananlar bunun en güzel örneğidir. Yıllar sonra kurtların tekrar parka gelmesiyle ötücü kuşların, göçmen kuşların ve kunduzların ve ayrıca, tavşanların ve farelerin sayısı arttı. Bu, daha fazla şahin, daha fazla gelincik, daha fazla tilki, daha fazla porsuk demekti. Ama en şaşırtıcı olanı kurtların varlığı, nehirlerin davranışlarını değiştirdi. Nehirler, daha az menderes yapmaya başladı, daha az erozyon oldu. Kanallar daraldı, daha çok havuz ve kumul oluştu. Benzer şekilde, bazı bölgelerde geyiklerin uzaklara sürülmesi ve vadi yamaçlarında bitki örtüsünün yeniden canlanmasıyla erozyonlar daha da azaldı, çünkü bitki örtüsü artık daha sabitti. Böylece az sayıda olmalarına rağmen kurtlar, sadece Yellowstone Ulusal Parkı’nın ekosisteminin dönüştürmekle kalmadı, bu alanın fiziksel coğrafyasını da değiştirdi.

Bilimdeki yeni paradigmalardan bir tanesi de fizikteki devrimdir. Newtoncu evrenin temel ilkelerinden biri hiçbir şeyin sebepsiz yere (kuvvet uygulamadan) “kendiliğinden gerçekleşmediği”dir. Yani bizim bir şey yapmamız gereklidir. Bunun kendimize evrenin efendisi rolünü biçme kültürünün temellerinden biri olduğu düşünülebilir.

Kuantum dünyasında ise foton ya da elektronların, üzerine uygulanan kuvvetler bütününe göre hareket etmediği görülmektedir. A fotonu yarığın içinden geçip buraya varabilir; B fotonu ise şuraya varır. Neden? Bir kuvvet onu çekmiyorsa neden bir foton bu tarafa, diğeri ise başka tarafa gider? Ya da neden bazen dalga bazen parçacık olarak hareket eder? Bazı fizik ekolleri bu davranışı rastgelelik olarak adlandırır. Bu ekoller determinizmi, yani belirliliği korumaya çalışmaktadır. Bir kuvvet sizi çekmediğinde neden bir şey değil de başka bir şey yaparsınız? Çünkü bir seçim yaparsınız. O halde cevap fotonun da rotasını seçtiğidir. Bir foton ya da elektronun karar verebileceğini, seçim yapabileceğini kabullenmek evrenimizin bir zekâya sahip olduğunu kabul etmeyi gerektirir.

Bu yeni paradigma nörobilimde bağlantısal bütünsellik olarak kendini göstermiştir. Bağlantısal bütünsellik 2015 yılı sonrasında ivmelen, nörobilim alanındaki çalışmaların ortaya koyduğu ve bilim alanındaki bir paradigma yenilenmesi olmaktan çok bilimsel yöntemde bir yenilenmedir.

Nasıl ki yaşadığımız kültür Platondan, Aristotales’ten, Hacı Bektaşi Veli’den, Mevlana’dan, Yunus Emre’den, İbni Sina’dan; birçok bilim adamı ve filozoftan beslenmişse, tıpkı bunun gibi bağlantısal bütünsellik de bugünkü uygarlığımızı bilimsel olarak yaratan tümden gelim ve tümevarım yöntemlerinin üzerine yapılanan yeni bir bilim metodudur.

Tümden gelimde kavramlar önemlidir, tümevarımda bu kavram bir hipotez öne sürer ve bu oluşu meydana getiren yapı taşları ile ilgili hipotezi yeterli sayıda deneye tabi tutar. Bu şu anlama gelir: Bütünün kendisini anlayamadığımız zaman onu temsil eden en küçük parçayı incelenerek yapı taşları tanımlanır ve o yapı taşları üzerinde deneyler yapılır. Bu en küçük parça, beyin için nöron ve evren için atomdur. Elde edilen veriler bütüne aktarılır. Böylece bütün ile ilgili bilgi edinilir.

Beyin cerrahı Prof. Dr Türker KILIÇ’a göre bağlantısal bütünsellik bir bütünü oluşturan ağ yapılarının ve her bütünün bir üst bütünün parçası olduğu enformasyon ilişkilerinin bütünlüğüdür. Yani, tüm parça-bütün ilişkilerinin temelinde enformasyon vardır. Bu yeni yöntemde parçalar değil, parçaların birbirleriyle ve bütünle ilişkileri yani bağlantısallığı esastır. Parçalar arasındaki bu bağda temel olan o bağlantısallığın işlediği enformasyondur. Bilim dikkatini bütünü oluşturan parçacıklardan, bütünü oluşturan parçacıklar arası bağlantılara yöneltmiştir. Yani beyni anlamak için nöronları değil nöronlar arasındaki bağı incelemek gerekir. Bu bağlantısallık bilgi oluşturan bir sistemdir.

Bağlantısallık çalışmaları enformasyon işleyen sistemlerin nasıl kendi içinde bir zekâ oluşturduğu araştırılarak başlıyor. Bunun en yetkin örneğinin beyin olduğunu düşünülüyor. Ancak eski yöntemden farklı olarak, noktalara (nöronlara) değil, noktaların (nöronların) birbirleriyle ve bütünle bağlantılarına bakmanın önemi anlaşılıyor. Bunu bilimsel yöntemlerle gösterebilmek için önce nöronların arasındaki bağı inceleyecek bir bilgisayar modellemesi olabilir mi diye düşünüyorlar. Ardından gerekli olanın bilgisayar modellemesi değil yeni bir matematik olduğunun farkına varıyorlar. Nitekim varolan matematik durağanlığın matematiği yani sadece noktalar inceleniyor. Bu sırada olasılık ve öngörü matematiği denilen yeni bir matematik (Bayesian matematiği) geliştiriliyor ve bununla bir ölçüye kadar (38 bin) nöronal bağ inceleniyor. O andan itibaren daha öncesinde rastgelelik olarak adlandırılan şeyin arkasındaki nedensellik görünür oluyor ve kaotik bir yapı olmadığı anlaşılıyor.

Bağlantısal bütünsellik sadece belirli bir bilim alanını değil tüm bilimsel anlayışı değiştirecek nitelikte olabilir. Aslında bu gelişme varoluş algımızın, içinde yaşadığımız ortak zihin kümemizin, kültürün dönüşme sürecini tetikler; ekonomiden eğitime, hukuktan sağlığa birçok alanı etkiler. Bağlantısal bütünsellik, yeni bir düşünce sistemi, bir yaşam modellemesi yani yeni bir zihin yapılanması olarak tariflenmektedir.

Nitekim yine Prof. Dr Türker KILIÇ’a göre bağlantısal bütünsellik kavramının öne çıkması ile sahip olmak yerine merak ve zekânın yerine iyilik anlayışı ve çalışkanlık yerine yaratıcılık geliyor. Yaratıcılık var olan bilgi ağını yeniden biçimlendirerek daha önce hiç var olmamış bir bilgi ağı biçiminde ortaya koymak, var olan parçalardan yeni bir bütün oluşturmak olarak tanımlanıyor.

Hele ki bu yeni bütün yeni bir paradigma yani yeni bir kavrayış tarzı, yeni perspektif getiriyorsa; bu yaşama yeni bir bakış, kendimizi, yanımızdakini, toplumu ve dünyamızı yeniden anlamlandırmayı beraberinde getiriyorsa…

Bağlantısal bütünsellik sadece beynin nasıl zihin oluşturduğuna dair bir ufuk açılmasının ötesinde belli bazı alanlarda yaşam nedir sorusuna da cevap veriyor. Beyin yaşamın her anında daha önce hiç yaşanmamış ve daha sonra da yaşanmayacak yeni bir enformasyon alanı yani bir gerçeklik modeli yaratır.

Nitekim sadece prefrontal korteksin içindeki 300 nöronun anlık enformasyon bağlantısallıklarının oluşturduğu bilgi örüntülerinin ömrün başka hiçbir anında olduğuyla benzeşmeyecek bir bilgi yapılanması üretebildiğini öğreniyoruz.

Bağlantısal bütünsellik anlayışına göre en yetkin, geniş ve karmaşık bilgi işleyen yapı, yaşamın kendisidir. Her an yeniden kurduğumuz bağlantılarla yaşam kendini örer. Bu nedenle yaşamın sadece o kişiye özgün ve anlık bir müfredatı vardır. Yaşam, kurduğumuz bağlantılara, seçimlerimize göre şekillenir.

Gruplar halinde hareket eden birçok hayvan grubu bir arada hareket etme konusunda aynı esrarengiz yeteneği gösterirler. Örneğin kuş ve balık sürüleri. Biyolog Iain Couzin ve okyanusbilimcisi Nicholas Makris, balıkların yeterince büyük bir kısmı yön değiştirdiğinde rotalarını değiştiren bir eşik tepkisi sergilediklerini söylüyorlar. Özellikle de bir avcının veya potansiyel bir besin kaynağının varlığında. Üstelik herhangi birinin yüzme hızından on kat daha yüksek bir hızla. “inanılmaz derecede iyi orkestrasyon” diyor Couzin.

Couzin bağlantısal bütünsellik modelini belirli karınca türlerinin yuvalarında da buldu. Yaklaşık her 20 dakikada bir yuvanın ortasına yakın bir yerde bir aktivite başlıyor ve bireyler arasındaki bağlantı ile dışarıya doğru yayılıyor. Couzin bu işlemi beyin dalgalarına benzetti. Aktivite – bir yaprak taşımak ya da bir hatırayı pekiştirmek -olabilir, işleyiş aynı.

Bu sürülerin bağlantısallığı nasıl oluşturduğu konusunda farklı görüşler varsa da en geniş yankı bulanı “morfik alanlar teorisi” olmuştur. Morfik alanlar yeni bilimin bağlantısal bütünselliği açıklamaya çalışırken başvurduğu kavramlardan biridir.

“Morfik” sözü bir türün dış görünüşü, genetik yapısı ve davranış şekillerini içeren ortak özellikleri olarak özetlenebilir. “Morfik alan” ise birbirlerini belki de hiç tanımayan fakat aynı türden, aynı frekansta olan varlıkların mekân ve zaman ötesinde aralarında şuursal bir “ortak alan” olması ve birbirlerini etkilemeleri olarak tanımlanıyor. Bu alan grubun kolektif, ortak belleğini oluşturmaktadır. Bu alanın etkisi grubun her bir üyesi ile zenginleşip güçlenirken, her üye de bu “ortak belleğe” bağlanmaktadır.

“Morfik Alanlar” kavramını ilk kez ortaya Sheldrake koymuştur. “Morfik alanlar” teorisine göre doğada bir tür hafıza mevcuttur. Topluluk sadece yaşayan üyeleri değil, geçmişte yaşamış olan üyeleri de kapsamaktadır. Bir kediyi ele alırsak bu kedi, kendisinden önce yaşamış, bütün kedilerden etkilenmektedir. Kedi içgüdülerini oluşturan hafıza formu “morfik alanlar” ile gerçekleşmektedir.

Yaşamın karmaşık düzeniyle Jung’un bilinçdışı alan; Sheldrake’in morfik alan dediği ortak hafıza alanı sayesinde, içgüdüsel olarak baş edebiliyor, her şeyimizi organize edebiliyor ve geçmişin ortak mirasıyla hareket ediyoruz.

Önceki sistemlerin sonrakileri etkileme süreci “rezonans” yoluyla olur. Morfik Rezonans sadece genetik yapıyı değiştirmekle kalmaz. Ayrıca kritik noktada türün davranışlarının değişimini de sağlamaktadır. Tür içinde yeni bir davranış şekli uygulayan fertler kritik bir sayıya ulaştığında türün tüm fertleri, birbirlerini hiç görmemiş olsalar dahi, davranışlarını değiştirirler. Yani her şey; bilinen enerji ve madde haricinde, bir de görünmeyen, tespit edilemeyen bütünsel bir alan tarafından organize edilir. Bu durumun örneği Ken Keyes Jr.’ın anlattığı “100. maymun deneyi”dir.

Bu deneyde Pasifik Okyanusu’ndaki irili ufaklı adalarda yaşayan Macaca Fuscata türü maymunlar için kumların içine tatlı patates bırakılıyor. Bir süre sonra genç maymunlar, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. Bu daha sağlıklı ve zevkli yeni davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şey öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor. Ardından çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Adalardan birindeki maymunların bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor. Bir sabah, gün doğarken yüzüncü maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an her şey değişiyor. Aynı günün akşamı, adadaki hemen hemen tüm maymunlar, patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. Yüzüncü maymunun ilave enerjisi her nedense devrim yaratıyor. Ama hikâye bitmedi. Bilim insanlarını şaşırtan asıl sürpriz, bu adayla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, diğer adalardaki maymun kolonilerinin de eşzamanlı olarak patateslerini yıkamaya başlamaları… Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiği an, bu yenilik, mesafenin önemi olmaksızın zihinden zihine aktarılabiliyor.

“Morfik-ortak alan” sadece bizim canlı olarak algıladığımız varlıklara özgü değil, evrendeki canlı, cansız (hayvanlar, kristaller, taşlar vb.) tüm varlıklar kendi “ortak- morfik alanlarında” etkileşim içerisindedirler.

Niyet Deneyi” adlı bir bilimsel araştırma kitabında şöyle bir deneyden söz edilir: Birbirlerinden farklı odalarda bulunan iki devetabanı bitkisi, hassas ölçümler yapabilen bir cihaza bağlanırlar. Bitkilerden birinin bir yaprağı kesilir ve bitkideki elektromanyetik değişimler gözlemlenir. Diğer odadaki bitkiye hiçbir şey yapılmamasına rağmen aynı elektromanyetik değişimler onda da gözlemlenir. Deneyler farklı şekillerde tekrarlanır ve her defasında iki bitki arasında bir iletişim olduğu gözlemlenir.

Biz farkında olsak da, olmasak da atom altı boyut itibari ile olağanüstü bağlantılar her an oluşmakta, bunların ancak çok az bir kısmı bizlerce algılanabilmektedir. Algıladığımız dünya, tüm şuurumuz, geçmiş bilgimiz ve şu anki algımız bir vitrindir. Benliğimizin altında, evrensel, zamansız ve mekânsız bütünsel hafıza yaşamaktadır.

Kuantum Fiziği, atom altı dünyaya inerek, oradaki gerçekliğin kendi algı dünyamızdan çok farklı olduğunu keşfeden, böylece evrende bağımsız tek tek nesneler olmadığını bize anlatarak, evrendeki her şeyin birbiriyle bağlı ve birbirine özdeş olduğunu ortaya koyan bilimdir. Kuantum düzeyindeki evrende hiçbir şey birbirinden ayrı ya da kopuk değildir.

Kuantum fiziğindeki “nonlocality / mekânsızlık” düşüncesine göre, fizik evrenini oluşturan atomaltı parçacıkları birbirleriyle iletişim halindedir ve aralarındaki mesafe ne olursa olsun enerjisel olarak bağlı kalırlar.

Evrenin bir yerindeki atomaltı parçacığı, evrenin diğer bir yerindeki atom altı parçacığı ile zaman ve mekânla sınırlanmadan iletişim kurabilmektedir.

“Bütünsellik ve Kapalı Düzen” adlı kitabında David Bohm “iki parçacık arasında ışık yılı mesafe bulunsa dahi nasıl oluyor da birbirlerine bağlı ve bir bütünün parçası gibi davranabiliyorlar?” sorusuna cevaben “atom altı parçacıklar aslında son derece karmaşık içyapıya sahip sistemlerdir ve esasen bir kuantum dalgasında bulunan bilginin yükselticileri olarak hareket ederler.” varsayımını ileri sürdü. Sonraları Bohm, elektron denizinin canlı olduğu, bütünselliğin statik olmadığını, aksine her şeyi birbirine bağlayan dinamik bir süreçten meydana geldiğini gündeme getirdi.

Bohm “düzen”in göreceli bir kavram olduğunu, aslında bizim için düzensiz gibi görünen sistemlerin kendilerine ait düzenleri olabileceğini düşünmeye başladı. Sonuç olarak, yeni ve tartışmalı bir evren teorisi geliştirdi. Gerçekliğin derinde bölünmez bir bütünlüğe ait derin, saklı “gizli” bir düzen oluşturduğunu öne sürdü ve gerçekliğin bu daha derin haline “Örtülü Düzen” adını verdi. ‘Açık düzen’ olarak dünyada gördüklerimiz, açıldıkça kendini gösteren ‘örtülü düzen’in yüzeyinden başka bir şey değildir.

Örtülü Düzen teorisi ultra-bütünsel bir görüş içerir; “Örtülü Düzen”e göre evrendeki her şey birbirine bağlıdır ve herhangi bir unsur bir diğeri hakkında bilgi verebilir. “Açık Düzen” ise çevremizde gördüğümüz, algılanabilen gerçeklik dünyasını temsil eder.

“Dünyasal gerçeklik, olayların görünen yönüdür. Oysa bir de gizlenen örtülen yönü vardır.” Mualla Sevim Güven

Açık düzende her şey kendi uzay-zaman bölgesinde ve diğer şeylerin uzay-zaman bölgelerinin dışında yer alır; açık düzende hiçbir şey başka hiçbir şeyle katlanmamıştır, iç içe değildir. Örtülü düzende her şey her şeyle katlanmış, iç içe geçmiştir. Hologram örtülü düzenin iyi bir örneğidir.

Holografiye, “lazer ışınları ile 3 boyutlu bilgi kaydetme sistemi” denebilir. Uzayda bir cismin varlığına ait bilgi bize genellikle ses veya ışık dalgaları halinde ulaşır. Holografi, cisimlerden gelen dal­galardaki bilgileri belirli bir şekilde depo edip, bu bilgide hiçbir kayıp olmadan tekrar ortaya çıkartmayı sağlayan bir tekniktir.

Hologram teorisi, bütün var olanların aynı bütünün parçaları olduğu, dolayısıyla hepsinin özlerinin bir ve özdeş olduğu, her birimin, bütünün bilgisini içinde taşıdığı ve ona uygun gelişme sağlanırsa, bütünün tam görüntüsünü yansıtabileceğini ileri sürmektedir.

Bir hologramda, her parça, ne kadar küçük olursa olsun, nesnenin bütünü hakkında bilgi taşır. Bütün bunlar parça-bütün ilişkisini düşündürmesinin yanı sıra insanın dünya üzerinde rolünü yeniden tanımlamaktadır. Kopernik ve Galilei, dünya’nın evrenin merkezi olmadığını ortaya koymuşlardı. Bu paradigma değişiklikleri ise insanı değil, tüm canlılar arasındaki bağlantıdan kaynaklı bütünselliği merkeze koyar. Böylece eski hikâyede merkezde, domine eden güç olarak rol alan insan artık bütünü anlama ve bütünselliği yaşanır kılma arayışına girer.

Dünya’nın evrenin merkezi olmadığına dair bilimsel içgörüyü kabul etmeyi öğrendiğimiz gibi, şimdi de doğanın dışında ya da üstünde olmadığımız, birlikte varolduğumuz gerçeğini benimseme zamanı anlaşılan…

Bir örnek olarak permakültür, üzerinde yaşayan insanlar ile arazinin, gıda, enerji, barınak ve diğer maddi ve manevi ihtiyaçları sürdürülebilir bir şekilde karşılayan ahenkli bütünleşmeleridir. Permakültürün arkasındaki felsefe doğaya aykırı değil doğayla birlikte çalışma, kısa vadeli hareket etmekten ziyade uzun süreli özenli gözlem yapma, sistemlerin sadece bir ürününün peşinde koşmaktan ziyade onlara bütün işlevleriyle bakma ve sistemlerin kendi evrimlerinin gerçekleşmesine izin verme felsefesidir. Permakültürün etik ilkeleri şöyle sıralamaktadır: Yeryüzüne özen gösterme, insanlara özen gösterme, tüketime sınır getirme.

Bilim tarafından desteklenen ve kadim bilgeliğin bir ifadesi olan bağlantısal bütünsellik sosyal yapıda da büyük bir dönüşümü teşvik ediyor.

Bağlantısal bütünsellik sosyal seviyede sürekli gelişmekte olan “onarıcı adalet düşüncesi” ile karşımıza çıkar. Onarıcı adalet, yüze yakın ülkede kendisine uygulama alanı bulmuştur. İlk olarak suç işleyen çocukların ceza yargılamasından doğan olumsuz etkilerden korunmak için benimsenmiş olsa da ilerleyen zamanlarda sadece çocuklar için değil, yetişkinler için de kullanılan bir sistem halini almıştır. Temelinde eski bir fikrin olduğu yeni bir anlayış olarak kabul edilen “onarıcı adalet” düşüncesinde, mağdurun korunmasının yanında, failin tekrar topluma kazandırılması son derece önemlidir. Başka bir deyişle, onarıcı adaletin amacı, mağdurun ve toplumun suç nedeniyle uğradığı haksızlığın giderilmesi ve bunun yanında failin hayatının sonraki döneminde hukuka uygun bir biçimde yaşayabilmesi ifade edilmektedir.

Şimdi de bağlantısal bütünsellik bireyin varlığını nasıl tanımlıyor, ben kimim sorusuna nasıl cevap veriyor buna bakalım. Bu noktada birlikte varolma kavramı ortaya çıkıyor.

Aslında ben var mıyım emin değilim. Ben okuduğum tüm yazarlar, tanıştığım tüm insanlar, sevdiğim tüm kadınlar, gittiğim tüm şehirlerim.” Jorge Luis Borges

Birlikte var olma -ve bağlantısal bütünsellik çok doğal tabirler… Karşılıklı bağımlılıktan ya da varlıklar arasındaki bağlantıdan daha farklı ve daha fazla bir şeye işaret ediyor.

Bağlantısal bütünsellik bizim ilişkinin, o bağın, o harcın kendisi olduğumuzu ifade eden bir anlayış. Benim varlığım senin varlığını içeriyor. Benim iyiliğim, iyi oluşum senin ya da bir nehrin, bir ormanın, bir okyanusun ve diğer insanların iyi oluşuyla bağlantılı. Çünkü ben diğerinden, senden ayrı değilim.

Sen bir aşksın ben bir Mecnun, sen olmasan ben olmazdım.
Sen bir gülsün ben bir bülbül, sen olmasan ben olmazdım

Aşık Veysel

“Birlikte Varolma” ilk defa Vietnamlı Budist keşiş Thich Nhat Hanh tarafından kullanılan bir kavram. Onun sözleriyle: “Eğer bir şairseniz, bir kağıt parçasının içinde bir bulutun uçuştuğunu net bir şekilde görürsünüz. Bulut olmadan yağmur da olmaz; yağmur olmazsa ağaçlar büyüyemez; ağaçlar olmadan kağıt olmaz. Kağıdın var olması için bulut gereklidir. Bulut burada değilse, kağıt parçası da burada olamaz . Bu nedenle, bulut ve kağıt için birlikte var olduklarını söyleyebiliriz. Diğer her şey de öyle. ”“OLMAK”, “BİRLİKTE VAROLMAK”tır …

Görünüşe göre “biz” tek bir yaşam formu – yani, tek benlik – değiliz, çokuz. Mevcut tahminler, fiziksel benliğimizin yaklaşık bir trilyon insan hücresine ve yaklaşık 10 trilyon bakteri hücresine sahip olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, herhangi bir anda, vücudumuzun yaklaşık % 90’ı insan değildir ve şu anda dünyada yaşayan insan sayısından çok daha fazla sayıda yaşam formuna ev sahipliği yapmaktadır.

Kendimizi izole olarak değil, iç içe geçmiş olarak görmeyi öğrenmeliyiz – Bizler bize anlatılandan daha fazlasıyız. İn­san­lı­ğın hep­si­ni bir vü­cut ve bir mil­le­ti bu­nun bir or­ga­nı say­mak ge­re­kir. Bir vücudun par­ma­ğı­nın ucun­da­ki acı­dan diğer bütün organlar etkilenir… Gazi Mustafa Kemal Atatürk

Şiddeti ya da yoksulluğu evimizin ya da ülkemizin dışında tutamayız. Bir gün gelir yine bizi bulur. Kapıları kapatsak bile içerideki dünyamızda başımıza gelir. Nitekim geldiğini görüyoruz. Aslında bu, hayatı yeteri kadar kontrol edemediğimiz için değil, kaçınılmaz olduğu için böyle. Dünyaya olan, kişiye de olur. Çünkü gerçekte kişi, toplum, dünya bunlar birbirinden ayrı değiller.

Yeni hikâyede yaşamak için ayrılık batağına gömülü̈ olan dünyaya sırt çevirmemiz gerekmiyor. Bu hikâyeyi yargılayıcı olmama, bağışlayıcı olma ve benzeri erdemlere ulaşma arzusuyla değil, bütün olmanın farkındalığı ile yaşayacağız. Yeni hikâyenin en temel kabulü evrenden ayrı olmadığımız ve varlığımızın herkesin ve her şeyin varlığında payı olduğudur.

Gözümüzle gördüğümüz, görmediğimiz, anladığımız her şey bizden bir parçadır. Biz her şeyiz, her şey de biz.
Mualla Sevim Güven

Peki tüm bu bilgiler ışığında bize düşen ne?

Her şeyden önce ‘yeni olan’a alan açmak. Eskiyi ve yeniyi birlikte yaşadığımız bu dönemde, her birimiz Kavuşma Çağına, ‘yeni’ye doğru ilerliyoruz. Bu yolda sezgilerimizin yanı sıra kuşkularımızın ya da çelişkilerimizin de olması doğal. Bu kuşkuları da kapsayarak hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ama hiç bir şeye de yapışmadan ‘yeni’ye, yeni ufuklara alan açıyor muyuz?

“Akıllar içinde akıllar, gönüller içinde gönüller vardır” sözündeki gibi yeni bir akıl ve yeni bir gönüle alan açabiliyor muyuz? Yine ve yeniden şartlanmışlıklarımızdan, ezberlerimizden feragat edebiliyor muyuz? Zira bu, bir kere yaptım bitti gibi bir süreç değil, döngüsel bir süreç.

Bu dönemin bazı gruplar tarafından “Kavuşma çağı” diye adlandırılması oldukça manidar. Bu kavuşma, kendi özvarlığımızadır belki; belki de bugüne kadar bildiğimiz bütünedir. Ama belki de değildir. Belki yeni, yepyeni anlamlar bize kapılarını açar. Belki yeni bir bütünlük vardır keşfetmemiz gereken. Belki şu ana kadar bildiğimiz her şeyi bırakmamız gerekir. Yeni kavramları eski klasörlere sıkıştırmamak, bir şeyi bırakıp hemen yeni bir şeye tutunmamak, hemen anladım demek yerine kendime zaman tanımak, o öğrendiğim şeyin gerçek anlamına alan açmak, bilmemek ya da bilinmezlik fikrine açık olmak, bilinmezlikle barışık olmak bize düşen.

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki bireysel olarak “oluşturduğumuz” içsel dünyamız, içsel farkındalığımızla “yarattığımız” yaşantımız ve eylemlerimiz, toplumsal boyutumuz olan kültürel gerçekliğimiz, kültürel gerçekliğin yarattığı sistem ve sosyal yapı bir bütün olarak değişip dönüşüyor.

Kişinin ve toplumsal deneyimin parçaları arasında bağlantı kuramamak demek, toplumu ve toplumun değişim potansiyelini de doğru değerlendirememek demektir. Değişim potansiyelini doğru değerlendirememek geleceği “gerçekçi” bir yaklaşımla tahmin edememek demektir. Oysa bırakalım tahmini, İNSAN tasarlama yeteneğine sahip bir güç barındırıyor. A.V.İ.

Bu noktada bize düşen bir diğer şey sorumluluğumuz, İNSAN olmanın gereğini hatırlamak olsa gerek. Parçalar arasında bağlantıyı doğru kurmak üzere toplumu ve toplumun değişim potansiyelini doğru değerlendirmek. Ama bununla da bitmiyor. İçimizde uyandırdığımız bütünlüğü içinde yaşayacağımız bütünsel bir sisteme, yapıya dönüştürme; geleceği bugüne dönüştürme sorumluluğumuz var.

’’… Şimdi sözden ziyade iş zamanıdır. Bundan sonra bizim için faaliyet, hareket ve yürümek lazımdır.’’
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, 1928

KAYNAKÇA

  1. Beautiful World Our Hearts Know Is Possible, Charles Eisenstein (https://www.crisrieder.org/thejourney/wp-content/uploads/2020/05/The-More-Beautiful-World-Our-Hearts-Know-I-Charles-Eisenstein.pdf)
  2. Yeni Bilim: Bağlantısallık Yeni Kültür: Yaşamdaşlık – Dr. Türker Kılıç.2021
  3. The Science of Interconnectivity: Exploring the Human Earth Connection. Rollin McCraty, Annette Deyhle.
  4. Interbeing, Thich Nhat Hanh.3. baskı. 1998
  5. Arınmış Varlık İnsan, İnsanlık Güneşi Vakfı yayınlanmamış eser.
  6. Wholeness and the Implicate Order, David Bohm. (https://interdisciplinarystudies.org/docs/Vol13_1995/01_Vol_13_pp_1_23_Dabrowski.pdf)
  7. https://evrimagaci.org/kurtlar-nehirleri-nasil-degistirdi-7650
  8. https://www.scienceandnonduality.com/article/david-bohm-implicate-order-and-holomovement
  9. https://fizikakademisi.com/2017/05/06/hologram-yoklugun-icinde-1ligin-varligi/
  10. https://www.researchgate.net/publication/222525342_The_role_of_electromagnetic_potentials_in_the_evolutionary_dynamics_of_ecosystems
  11. Larissa Brizhik, EmilioDel Giudice, Sven E.Jørgensen, Nadia Marchettini and EnzoTiezzie, “The role of electromagnetic potentials in the evolutionary dynamics of ecosystems”.
  12. https://blogs.scientificamerican.com/cross-check/scientific-heretic-rupert-sheldrake-on-morphic-fields-psychic-dogs-and-other-mysteries/
  13. Doğanın Kutsal Geometrisi, Francene Hart.2021