Bilgelik Güneşi Derneği (BGD) ve İnsanlık Güneşi Vakfı (İGV) genel arşivinden ve
Bilgelik Okulu faaliyetlerinden olan ‘Bilincin Geleceği – Geleceğin Bilinci’ ve
‘Sonsuzluğun Ölçütü; İNSAN’ Atölyelerinden yararlanılmıştır.

Dünya ve insanlık olağanüstü bir dönüşüme hazırlanıyor. Asırlardır egemen olan inanış ve düşünüş tarzlarının, zihniyetin, anlayışın dönüşümü. Yeni bir düşünceye, yepyeni bir zihniyete doğru bir yöneliş bu. 

“Görmeyi öğrenin. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu fark edeceksiniz.”

Leonardo Da Vinci

İnsan, görmeyi öğrendikçe diğer bir deyişle bilinci evrildikçe varlığının bütününü tanımaya, evrenle ve var olan her şeyle ilişkisini, bağını keşfetmeye başlıyor. Varlığın birliği manevi veya spiritüel dünya için yeni değil aslında. Şimdilerde bilim adamları da yeryüzünü dönüştürecek olan bir bilinç yönelişinin yükselen dalgasını kabul etmeye hazırlanıyor. Bilim dünyasında da bağlantısallık yeni yeni açığa çıkmaya, dile getirilmeye ve kabul görmeye başlıyor. Bununla birlikte özellikle de 20. yüzyıldaki bilimsel keşiflerin ardından bağlantısallığın önemli fasetlerinden olan beyin ve kalbe dair heyecan verici pek çok yeni araştırma, keşif ve gelişme yaşanıyor.

Bu keşif yolculuğunun başında, geçen yüzyılın ilk yarısında, beynin işleyiş sistemini anlamaya yönelik çalışmalar tıp alanında ve özellikle nöroanatomi, nöroloji ve beyin cerrahisi alanlarında yoğunlaştı. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren de çok önemli bilimsel keşiflerle sinir hücreleri arasındaki iletişimin işleyiş biçimi ve bunun düşünce sitemine katkısı ortaya konuldu.

Son yılların popüler görüntüleme yöntemlerinden biri olan fonksiyonel MRI (manyetik rezonans görüntüleme) cihazının 2003 yılındaki icadıyla konnektom (nörozihin) denen yapıların gözlemlenebilir olması ve bilgisayar teknolojilerinin gelişkin desteği ile, nöroloji alanında farklı bir bakış açısı gelişmeye başladı.  Dünyada ardı arkasına beyin, zihin ve yapay zekayı keşfe dair projeler (ABD’de İnsan Konnektom Projesi, AB’de İnsan Beyin Projesi) ortaya çıkmaya başladı.

Nörobilim çalışmaları ile beynin işleyişi ile ilişkili önemli aşamalar gerçekleştirilmişse de alınacak daha çok yol vardı. Zihni, beynin çalışma sistemini ve bağlantısallığı anlamak için sadece nörobilim alanında çalışmanın bir kısıt yaratabileceği, parça odaklı bir bakış açısında kalınabileceği düşünülerek son yıllarda farklı platformlarda ve giderek artan sayıda iş birlikleri doğdu. Sosyoloji, tarih, antropoloji, matematik, fizik, bilişim teknolojileri, bilgisayar mühendisliği, moleküler biyoloji, matematik, biyoloji, psikiyatri, nöroloji, fizyoloji, anatomi, psikoloji vb. pek çok farklı alanda çalışan bilim insanları daha bütünsel bir bakış açısı yaratmak adına, bir arada çalışmaya başladılar.  Bu çok branşlı çalışmaların gelişimiyle, ‘nöro’ öneki alan birçok yeni disiplin ve bağımsız araştırma alanı ufukta belirdi; kendilerine nörohukuk, nörotarih, nöroetik, nörofelsefe, nöroekonomi, nöropazarlama gibi yeni isimler alarak, bağımsız araştırma alanlarını yarattılar (1).

Kişilerarası Nörobiyoloji (KANB)

Bu alanların içinde insanlığın her şeyi birbirinden ayrı olarak görme paradigmasından özgürleşmesine, yaşayan tüm canlılar ve dünya ile olan ilişkimizi anlamamıza destek olan biri var ki o da ilk kez 1991 yılında nöropsikiatrist Dr. Daniel J. Siegel tarafından dile getirilen “Kişilerarası Nörobiyoloji”.

Kişilerarası nörobiyoloji; antropoloji, biyoloji, bilişsel bilim, bilgisayar bilimi, gelişimsel psikopatoloji, dil bilimi, nörobilim, matematik, fizik, psikiyatri, psikoloji, sosyoloji ve sistem teorisi gibi disiplinler ile çalışır (2). Aslında hayatımız boyunca nasıl bağlandığımızı, nasıl büyüdüğümüzü, başkalarıyla nasıl bağ kurduğumuzu araştırır. Bu araştırmalara göre beyin, sosyal ve kültürel bir organdır ve deneyime bağlı olarak esner ve şekillenir (nöroplastisite). Bu nedenle doğada ne münferit bir nöron vardır ne de münferit bir insan (3).

Kişilerarası nörobiyoloji; beyin, zihin ve ilişkiler arasında oluşan bir esenlik, sağlık üçgeninden bahseder (3).  Bundan bahsetmeden önce zihni tanımlamamız yerinde olur.

Zihin

Dr. Siegel ve arkadaşları, zihni, enerji ve bilginin akışını düzenleyen süreç olarak tanımlar. Zihin sadece kafatasının içinde sınırlı değildir ve aslında tüm bedende vücut bulur (4). Tüm bireylerde son derece özgün ve bağlantısal bir yapısı vardır. Hem kendi hücreleri arasında bağlantısal hem de kişilerarası bağlantısaldır. Bu satırları yazarken başlayan enerji ve bilginin akışı yazıyı okurken devam eder ve zihinler arası iletişim ve ortak paylaşım başlar, kolektif bir akış yaşanır.

Bir diğer zihin tanımı ise beyindeki nöral ağın oluşturduğu model olduğu şeklindedir. Dr. Türker Kılıç beyni zihin üreten organ, nörozihni yani konnektomu ise beyindeki elektrokimyasal bilgi ırmaklarından oluşan, zihin ile beyin arasındaki arayüz olarak tanımlar. Konnektomlar 200-300 milyon nörondan oluşan ortak işlev gören bağlantı ağlarıdır ve fMRI ile görüntülenebilir hale gelmişlerdir (5).

Kişilerarası nörobiyoloji insanın denge halinde var olan bir esenlik üçgeninden bahseder. Esenlik üçgeni, bilgi ve enerjinin akışının üç yönü, yani aynı gerçeğin üç farklı yüzü olarak tariflenir. Zihin, beyni ve ilişkileri kullanarak kendi kendisini örgütler. İnsan diğer her şeyle kurduğu ilişkinin gücüyle beynini şekillendirir. Bu yaklaşım zihnimizin sağlıklı ve faal olması için diğer insanlara bağlı olduğumuz ve bu bağın önemini ortaya koyar.  Yaşadığımız deneyimler ve çevremiz sinapsları şekillendirir, kullanılan ağlar güçlenir, kullanılmayanlar ise zamanla kaybolur. Beyindeki elastiklik yapı sürekli değişir. Eğer karşılıklı etkileşim olmazsa nöronlar bir süre sonra ölür (apoptozis) ve insanlar bu durumda depresyona girer (2). Bu etkileşim, sinapslar yoluyla olur.

Sinaps nöronları birbirine bağlayan boşluktur. Bu boşluklar arasında sürekli devam eden bir elektrokimyasal aktarım vardır. Aslında, insanlar arasındaki iletişimde de yapı taşı aynıdır ve sosyal sinaps olarak adlandırılır (3).

Sosyal sinaps insanlarla aramızdaki paylaşım alanıdır; görsel, dokunsal, sesli iletidir. Elektrokimyasal ve mekanik sinyaller aracılığıyla, bakışlarımız, beden dilimiz, ses tonumuz, mimiklerimiz ve sözlerimizle ifade ettiğimiz her şeydir.  Brothers 1992’de yaptığı bir çalışmada; dünyadaki en önemli bilgi kaynaklarından birisinin insan yüzü olduğunu söyler (6).  Duygu ve düşüncelerimiz yüzümüze yansır ve bizler gülümsememizle, kısılan gözlerimizle içimizde deneyimlediklerimizi insanlara aktarırız. 

Sosyal sinapsın , yani birbirimizle olan bağımızın ve bu bağın hayati öneminin belki de en etkileyici örneği yeni doğan bir bebekte gözlenir. Bebeğin beyin gelişiminde en önemli etken, kurduğu ilk iletişimdir. Buna ilk sosyal sinaps, ilk sohbet denir (6). Anne ve bebek arasında kurulan bu ilk iletişim şablonu çok değerlidir. Çünkü hem güvenli bir bağlanma yaratır hem de bebeğin beyin gelişimini destekleyerek özdüzenleme yapmayı öğrenmesini sağlar (7). Hayatın ilk yıllarında stres altındaki bebekler rahatlayabilmek ve güvende hissedebilmek için yanlarında birincil derecede bakımlarını üstlenen kişiye ihtiyaç duyarlar. Onun dokunuşu, gülümsemesi, sakinleştirici bir ses ile kendisiyle konuşmasına ihtiyaç duyarlar.  Bu ilişkinin sağlıklı bir şekilde oluşması beynimizin üst denetim merkezi olan, orbitofrontal korteksin (gözetleme kulesi olarak tanımlayacağız) ve akıllı vagus sinirinin bebekte gelişimini olumlu yönde destekler (6).

Ayna ve Rezonans Sistemi

Kişilerarası bağlantısallık ve sosyal bağlarımız söz konusu olunca, sosyo-kültürel nöronlarımız olan ayna nöronlar ve onlara göre daha yeni bir keşif olan iğ nöronlardan bahsetmek uygun olur. Ayna nöron sistemi diğer bir kişiye ait duyguyu hissetme ve empati yapabilme yeteneği dışında aynı zamanda gözlediğimiz bir davranışı modelleme ve taklit etme yetisini de sağlar. Daniel Goleman özellikle limbik sistemde yoğun olarak bulunan bu sinir hücrelerinin sadece eylemleri taklit etmeye değil, aynı zamanda başkasının niyetini sezmeye, yaptığı şeylerden sosyal anlamlar çıkarmaya ve duyguları okumaya da yaradığını belirtir. Bu şekilde tanıklık ettiğimiz hislerin içimizden geçmesine izin vererek uyum sağlamamıza ve olup bitenleri takip etmemize yardımcı olur. Yani bir anlamda köprü kurar.

Ayna nöronlara göre daha yeni bir keşif olan iğ nöronlar ise beyinde gözlenen dev nöronlardır ve bu nedenle de dört kat daha hızlıdırlar (6).  İğ nöronlar gözetleme kulesi (orbitofrontal korteks) ile limbik sistem arasında özellikle kalın bağlantılar oluşturur ve sosyal sezgi ve bağlantı kurma anlayışımızda etkin rol oynar (6, 10).

Bütünleştirme (Bütünlenme)

Sağlıklı bir sosyal bağlanma sisteminin var olabilmesi, öz denetim ve öz gözlem mekanizmalarımızı destekleyen frontal korteksin sağlıklı bir şekilde gelişimi için bütünleştirmenin tamamlanması önemlidir. Bütünleştirme bir sistemin öğelerinin farklılaşması ve birbirine bağlanmasıdır. “Kendilik” kavramının geliştirilmesinde ve öz düzenlemeyi sağlayabilmekte çok değerlidir. Bütünleştirme hem bireysel hem de ilişkisel sağlığın kalbini oluşturur (8).

Beynimiz üçlü bir yapıya sahiptir ve bu yapı sayesinde içimizde tüm evrimi taşırız. Beynin gelişimi anne karnında başlar ve aşağıdan yukarıya doğru olur. Beyin rahim içinde katmanlar halinde gelişir. En ilkel ve eski kısım yani doğduğumuzda aktif olan kısım, eski hayvanlarda da olan SÜRÜNGEN BEYİN’dir. Beyin sapında bulunur ve nefes almak, yemek yemek, susamak gibi beden fizyolojisinin tüm parçalarının yönetimi, hormonal denge, hemostazın (bedensel denge durumu) sağlanması, güvenlik ve tehdit algımız ve buna cevabımız gibi (donma reaksiyonu) aslında bedendeki her şeyden sorumludur (9).  Bu beyin, yaşamın her anını kaydeder.

Sürüngen beynin üstünde LİMBİK SİSTEM gelişir. Limbik sistem (memeli beyin) yeni doğanın genetik yapısı ve doğuştan gelen mizaç ve yaşanan deneyimlerle şekillenir. Bruce Perry’nin nöroplastisiteyi tanımlarken belirttiği gibi beyin kullanıma bağlı tutumla şekillenir; “birlikte ateşlenen nöronlar birlikte bağlanır”. Sürüngen beyin ve limbik sistem ikilisine birlikte DUYGUSAL BEYİN de denmektedir. Bu sistem merkezi sinir sisteminin kalbinde yer alır ve görevi bizim iyiliğimizi gözetmesidir. Kaç veya savaş tepkileri gibi hayatta kalmamız için karar veren en önemli mekanizmaları oluşturur (9). Aynı zamanda duygular, öğrenme ve bellek sistemini de içerir.

Evrimsel olarak en son dönemde ortaya çıkan ve insanda da en son gelişen kısım ise NEOKORTEKS’dir. Bu beyin diğer memelilerde de olmakla beraber çok az gelişmiştir. Yaşamın ikinci yılından itibaren gelişmeye başlar ve özellikle ön frontal alın lobun gelişimi ile dünyayı anlama, anlamlandırma, analiz ve sentez yapabilme, plan yapma, yaratıcılık, hayal kurarak gözümüzde canlandırma ve empati gibi yüksek bilişsel fonksiyonlara sahiptir. Ön frontal korteks adeta bir “gözetleme kulesi” (9) gibi görev yaparak, öz gözlem ve öz denetimimizi yapabilmemizi sağlar. Bu bölge üç beynin tüm sinyallerini toplar, dengeler ve davranışlarımızı koordine eder (8).

Daniel Siegel bütünlenmeyi bir el modeli ile açıklar. Başparmağımızı avucunuzun ortasına koyup parmaklarımızı üstte birleştirirsek beynin ele gelir bir modelini elde edeceğimizi söyler. Yumruğumuz beynin oturduğu belkemiğinden çıkan omuriliği temsil eder. Parmakları kaldırıp başparmağımızı dikecek olursak, avuç içinde temsil edilen iç beyin köküdür (sürüngen beyin) Başparmağımızı geri koyduğumuzda burası limbik bölgedir (duygusal beyin).  Diğer parmakları kıvırıp üzerine yerleştirdiğimizde korteksimizi temsil eder.

Bu model bize ancak beynimizin bütününü kullanmamızın önemini anlatır. Nitekim, yaşadığımız deneyime göre, vereceğimiz tepki, evrimsel olarak en yeniden en eskiye doğru oluşur. Biz beynimizin bütünü kullanma alışkanlığı geliştirebildiysek, sinir sistemimiz dengeli ise yaşadığımız olaya cevabı öncelikle sosyal katılım sisteminden veririz; empati, şefkat gibi duygular geliştirerek sükûnetle, sakin bir ses tonu ile göz teması sağlayarak bağlantı kurarız. Ancak daha ağır bir tehdit algısı söz konusu ise, otonom sinir sistemi dengesiz ise ya da yoğun stres altında isek kolaylıkla kaç savaş modu hatta donma tepkisi içimizde devreye girebilir.

Otonom sinir sistemimiz bedenimizin iç çalışma ritmini yani fizyolojisini düzenleyen ve aynı zamanda da stres durumlarında güvenlik ve tehdit algımıza uygun yanıtı düzenleyen sistemimizdir.

Otonom Sinir Sistemi ve Çoklu Vagus Kuramı‘nın (Polyvagal Theory) Sosyal Katılım Sistemimize Etkileri

Otonom sinir sistemi insan sinir sisteminin bütünsel olan parçasıdır (11). Otonom yani özerk bir yapı olmakla birlikte aslında bilinçli zihin ile müdahaleye olanak sağlayan bir sistemdir (10). Bu sistemin eskiden birbirinin zıddı gibi çalışan iki kanatlı (Sempatik Sistem ve Parasempatik Sistem) bir yapı olduğu düşünülürdü. 1994’de Stephen Porges’in çalışmaları sonucu ortaya koyduğu ÇOKLU VAGUS KURAMI sayesinde aslında birbirini kapsayarak gelişen 3’lü hiyerarşik bir yapıya sahip olduğu gözlenildi (12).

Otonom sistemin üçlü hiyerarşik sosyal katılım sisteme cevabı:

  1. Bedensel kapanma veya donma reaksiyonu: Tüm sürüngenler ile ortak sahip olduğumuz bir reaksiyondur. Yaşamsal bir tehlike anında kopuk, donuk ve neredeyse tüm yaşamsal aktivitelerin sıfırlandığı hal yaşanır.
  2. Kaç-savaş reaksiyonu: Memeli hayvanlarda sempatik sistemin gelişimiyle ortaya çıkan bir tepkidir. Saldırgan veya savunmacı bir halde deneyimlenen, geçmiş verilerle şu andaki deneyimi ilişkilendiren, kopuk ve bağlantısız hissettiren, kişisel algılamaya açık bir haldir.
  3. Sosyal İletişim modu: Açık, yargısız, nazik ve kalp-göz bağlantısı ile kendini diğer her şeyle bağlantılı hissederek davranılabilecek yegâne tepkidir. Frontal lobun ve gözetleme kulesinin aktif olarak çalıştığı öz denetim ve öz gözlem yapılabilen ve böylelikle gerçek bir bağ kurulabilen moddur. Parasempatik sistemin evrimsel olarak gelişen son parçası olan akıllı vagusun (ventral vagus) gelişimi ile deneyimlenebilir.

Vagus Siniri:

Bedenin bilgeliğini beyine taşıyan ve kalp ile beyin arasındaki bağlantıda en önemli noktalarından biri vagus siniridir. Sosyal bağlantı sisteminin omurgasıdır. Fizyolojik ve psikolojik gevşemeden sorumludur. Kelime anlamı gezgin olan vagus siniri ile ilgili araştırmalar, Roma imparatorluğu döneminde Galen’in gladyatörler üzerindeki gözlemlerine kadar dayanır (11). Gerçekten de bir gezgin gibi tüm bedeni dolaşır. Vagus siniri olarak adlandırılmasına rağmen aslında bir sinirin ötesinde, iki yönlü bir geribildirim sitemi şeklinde çalışmaktadır. Vagus sinir lifleri kalp, akciğer, karaciğer, böbrekler ve bağırsaklar gibi pek çok iç organın işleyişini kontrol eder ve aynı zamanda beyin fonksiyonları ile etkileşimi sağlar. Tüm parasempatik sistem sinir liflerinin yaklaşık yüzde 75’i vagus siniri içinde seyrederek göğüs ve karın bölgelerine dağılır (13).

Evrimsel olarak daha sonra gelişen akıllı vagus kalbe, yüzdeki mimik kaslarına, damağa, ses tellerine, kulağa gider ve dingin, sosyal bir iletişimde etkin rol oynar. Kalp damar sistemine giden liflerin yüzde 85-90’ı kalpten beyine uyarı götürür (14). Vagusun uyarılması ile sistem ‘gevşe, dinlen ve yenilen’ sinyallerini alır. Kalp hızı değişkenliğinin ölçümü, vagus sinirinin gücünün (Vagal Ton) en basit değerlendirme yöntemidir (15).

 

Barbara L. Fredrichson “vagal tonu” sevgi için biyolojik yetenek olarak tarifler. Vagal tonun yüksekliği hem fiziksel hem zihinsel ve hem de sosyal olarak sağlık ve bağlantılılık anlamına gelir. Vagus biz farkında olmadan beraber olduğumuz kişi ile bağlantıyı kurar ve andaki deneyimi koordine eder. Farkındalığımızın tamamen dışında bir şekilde gözlere uyarı gider, göz çevresi, mimikler ve yüzdeki en küçük kasa kadar tüm  kaslarımız gevşer, yüzümüze gülümseme yayılır,orta kulakdaki minüskül kasını uyarır ve karşı tarafın sesine daha duyarlı hale geliriz. Bu arada sistem diğer sesleri arka plana atar, kalbimizden oksitosin salgısını başlatır, sesimiz rezone olur, yumuşar ve melodikleşir. Aynı zamanda nabzımız sakinleşir, solunumumuz derinleşir ve tüm bedenimiz de gevşer. Bu hal çevremizdeki herşeyle ve bütünle bağlantıda olduğumuzun işaretidir (15).

Barbara L. Fredrichson , göz temasının  birlikte ve bağlantılı olma halinin tetikleyicisi olduğunu ve en temel duyusal bağlantımız olduğunu belirtir ve göz temasının, sezgilerin bilgeliğinin kilidini açan anahtar olduğunu ifade eder (15). Bakışlarımız karşılaştığında, karşımızdaki de burada bizim içimizde var olur. Vagus sinirinin aktivasyonu ile kalp, göz ve beyin arasındaki bağlantı kurulur.

Kalbin Bağlantısallığı

Tıpkı bedenin bilgeliği gibi üzerinde yaşadığımız toprakların da bilgeliği vardır; nesilden nesile geçer. Anadolu bilgeliğini kelimelere döken nice ozandan biri olan Neşet Ertaş’ın dizelerindeki gibi gözle görülmeyen ama derinlerden hissedilen “kalpten kalbe giden bir yol uzanır”.

Nitekim doğu kültüründe «kalp-yürek-gönül» her daim çok önemli olmuş ve hiç bir zaman dillerden düşmemiştir. Farkli farklı kelimelerle farkli anlamlar yüklenmesi ve daha zengin bir anlam kazandığının bir işaretidir.

Bugüne kadar daha çok bu halkların bilgeliğinde, kadim öğretilerde dile gelen kalpler arasındaki bağlantısallık, dolayısıyla kalbin rolüne dair bilgiler bir süredir sürdürülen bilimsel olarak da gün ışığına çıkmaya başladı.

Kalp Matematiği Enstitüsü’nün (Hearthmath) 30 yılı aşan bir süredir ortaya koyduğu çalışmalara göre, kalp ve beyin sürekli olan iki taraflı bir iletişim içindedir. Bu iletişim otonom sinir sisteminin (OSS) kontrolündedir. Bu iletişimde kalbin ve kalp damar sisteminin beyne gönderdiği sinyal miktarı, beynin gönderdiğinden daha fazladır. Kalpten beyne giden sinyaller, sadece OSS, hormonlar ve organlar üzerinde düzenleyici etki yapmakla kalmaz, beynin daha üst kontrol katmanları olan talamus, hipotalamus, amigdala ve frontal kortekse de ulaşarak insanın “algılama, düşünme süreçlerinin ve duygusal deneyimlerin” oluşmasında önemli ve doğrudan bir rol üstlenir (16).  Kalbin kendine ait 40.000’in üzerinde nörondan oluşan özgün bir sinir sistemi vardır. Kalp çoklu sistem ile hem beyin hem de bedenle etkileşir (14,16).

  1. Nörolojik İletişim Sistemi: AKILLI VAGUS, OSS’nin üzerinden beyine ve bedene gevşe, sakinleş, dinlen, yenilen ve sindir gibi sinyaller gönderir.
  2. Biyofizyolojik İletişim Sistemi: BASINÇ DALGALARI yani nabız olarak tanımladığımız, kalp atımına bağlı gelişen basınç dalgaları, tüm beden hücrelerini ve nöronları senkronize eder. Kalp vücuttaki en güçlü ritmik bilgi örgüsü yaratan organdır. Kalpten holografik alana bilgi aktarımı basınç dalgaları yoluyla olur.
  3. Biyokimyasal İletişim Sistemi: KALPTEN SALGILANAN HORMONLAR, oksitosin başta olmak üzere tüm hormonların salınımı ile tüm bedenle iletişir.
  4. Kalbin Elektromanyetik Alanı: SEZGİSEL KALP ile ilişkilidir. Kalbin elektriksel aktivitesi beyinden 100 kat fazla iken elektromanyetik alanı ise beynin 5000 katıdır ve ortalama 5 metre genişliğindedir.

Kalp zekâsı zihinsel, fiziksel ve duygusal iyi olma halini destekleyen yüksek bir zekâ düzeyidir. Bu zekânın kullanımı ile, niyetli ve bilinçli olarak “kalp uyumu” (heart coherence) kolaylıkla yaratılabilir. Uyumlu kalp hem kalbin kendisini hem beyni hem de tüm bedeni etkiler, eştitreşim düzeyine getirir (resonance) ve ‘kalbi olan bir akıl’ üretebilir (16).

 

Kalbin Uyum Hali ölçülebilir ve tanımlanabilir harmonik özgün bir ritm, psikofizyolojik bir uyum halidir. Parasempatik ve sempatik sistemin eştitreşim ve dengede olduğu bir durum yaratır.  Stresi azaltan bir etkisi olmasına rağmen bu hali gevşeme, rahatlama modu ile karıştırmamak gerekir.  Bunun çok daha ötesinde; zihin, düşünce ve duyguların kalp ile uyumlu bir hale gelerek sezgi, yüksek bir algı, açıklık ve anlayışın eşlik ettiği bir akış halidir. Bu hali yaratan ise; sevgi, şefkat, takdir, affetme, şükran gibi yüksek pozitif duygu hallerinin deneyimlenmesinin oluşturduğu istikrarlı kalp ritm örgüleridir (14,16).

Kalp uyumunun yarattığı eştitreşim 4.5-5 metre genişliğinde elektromanyetik bir alan yaratır ve fiziksel, zihinsel, duygusal sağlık ve iyilik hali oluşturarak hem kendine hem de içinde bulunduğumuz morfogenetik alana sinyaller gönderir.  Bu uyumlu ‘bilgi-yapı’ alanı aynı zamanda insanlar, bitkiler, hayvanlar ve doğanın elektromanyetik alanını da kapsayan tüm dünyanın jeomanyetik alanı ve güneş sistemi ile de etkileşir (17).

Kalbin sezgiselliği: Hepimiz hayatın bize sunduğu pek çok farklı durumda, zihnin ürettiği tüm korku veya vesveselere rağmen, en iyi çözümü veya yolu kalbimizin en derinlerinde hissettiğimiz anı deneyimlemişizdir. Kalbe odaklanarak aktive edilen kalp zekasının yarattığı kalp uyumunun, bu sezgiselliği arttırdığına dair pek çok çalışma bulunmaktadır (14). 

Bu konuda 2004’te başlatılan ilk çalışmada deneklere rastgele seçilen ve 30 tanesi sakin, 15 tanesi yoğun olumsuz duygulanım yaratabilecek 45 fotoğraf gösterilmiş. Bu sırada deneklerin beyin dalgalarına ait aktivasyonun değerlendirilmesi için EEG (elektroensefalogram), ERP (kortikal uyarılmış potansiyeller) ve kalbin elektiksel aktivitesi için ise EKG (elektrokardiogram), kalp hızı değişkenliği (HRV-KHD) ölçümlerini yapan algılayıcılar yerleştirilmiş. Deneyin sonucunda; kalp ve beyin birlikte tüm bedenin rastgele seçilen bir sonraki fotoğrafa dair 4.8 saniye önceden tepki gösterdiği gözlenildi. Kalbin beyinden 1.5 saniye daha önce gelecekte olacak olayı sezgisel olarak hissettiği ve fotoğrafın duygusal içeriğine uygun olarak değişen sinyalleri beyine, oradan da tüm bedene gönderdiği tespit edildi (17).

Bu çalışmaya göre kalp, zaman ve mekândan bağımsız olan morfogenetik ortak bilgi alanına erişen ilk kapı olarak görülmektedir. Kalbin sezgiselliğine dair yapılan çalışmaların ışığında Kalbin Matematiği ekibi üç tip sezginin varlığından bahseder (14).

  1. Örtük sezgi (implicit knowledge): Daha önce deneyimleyerek öğrendiğimiz ama unuttuğumuz bir bilginin varlığıdır. Bu tip sezginin beyin ve nöronal sistemle ilgili olduğu düşünülür.
  2. Elektromanyetik etkileşim (energetic sensivity): Sinir sistemimizin lokal jeomanyetik alanlara karşı duyarlılığından ileri geldiği düşünülmektedir. Örneğin, insanlarda veya hayvanlarda depremi önceden hissetmeyi sağlayan çevresel sinyallerde hassasiyet.
  3. Yerel olmayan sezgi (nonlocal intitution): Kalbin sezgisel zekasına ait olduğu düşünülen zaman ve mekândan bağımsız bir algıdır. Örneğin, kilometrelerce uzaktaki çocuğuna bir şey olduğunu/olacağını hisseden anne. Tüm dillere girmiş ve o kültürlere ait kalpten konuşmak, kalbini koymak, kalbin gösterdiği yönde akılla yürümek gibi söylemlerle dile gelmiştir.

   “Dil söyler kulak dinler.
Kalp söyler kâinat dinler.”
Yunus Emre

 Kalbin bağlantısallığımızdaki rolü ve derinliğine dair bizim geçmiş ve güncel kültürümüzde de edebi eserlerde de birçok söylem bulunmaktadır.

“Bu kadar katışığın karışığın arasında Adem eğri ile doğruyu birbirinden ayırabilsin diye, Yaratan, aklı yarattı. Diri ve parlak bir varlıktı. Onu Adem’in başına koydu. Lakin bir manası da düğüm olan akıl, kendi kendisiyle sınırlıydı. Kavrayamadığını reddediyordu. Bunun üzerine Kalpleri Sağlam Tutucu, kalbi yarattı, Adem’in göğsünün sol yanına bıraktı. Kalp, aklın çıkamadığı yücelere çıkacaktı. Akıldan daha diri daha parlaktı.”

“La: Sonsuzluk Hecesi, Nazan Bekiroğlu

 

AKIL VE GÖNÜL BİRLİKTELİĞİ

 “Kalplerinizi değiştirin.
Size hakikat gibi görünen şeylerin hemen değiştiğini görürsünüz.
Kalp değişir miymiş isteyince?
Dünyanın en sert ve en yumuşak madeni: kalp
Ateşini bulsun; hemen değişir…”
Necip Fazıl KISAKÜREK

Kalbin Matematiği Enstitüsü’nün çalışmalarının sonucundan da gözlemlendiği gibi uyumlanmış bir kalp hem beyni hem de tüm bedeni uyumlar (eştitreşime getirir, rezone eder) ve kalbi olan bir akıl üretebilir. Bu bütünlemeye “akıllı kalp” diyebiliriz.

Bizler genellikle akıl ile bilgiyi alırız, içimizde kendi sentezimizi yaratırız ve öğreniriz. Bu çok kıymetlidir. Ancak yeterli değildir. Gönlümüz ile de bu bilgiyi kabul edip burada pekiştirmemiz akıllı kalp için gereklidir. O zaman sanki onu yıllardır biliyormuş gibi hissederiz. Öğrendiklerimiz kalbin sezgiselliği ile harmanlanır, bilgeliği ile bütünlenir.  İçimizde her şeyin, her şeyle bağını ve ilişkisini; daha büyük resmi görmeye başlarız. İşte ancak bu demlenme aşamasından sonra bilgide daha derin anlamlar keşfederiz. Artık dışardan değil içerden beslenmeye başlarız. Bildiklerimiz ve deneyimlerimiz bizde bir hal halini alır ve bütünlüğümüze mal olur. Ve o bütünlük halinde birbirimizle ve BÜTÜN ile bağlantısallığımız daha çok hissedilir olur.

Doç. Dr. Fatmagül YILMAZ ÇINAR

 

Kaynakça:

Bilgelik Güneşi Derneği (BGD) ve İnsanlık Güneşi Vakfı (İGV) genel arşivinden ve Bilgelik Okulu faaliyetlerinden olan ‘Bilincin Geleceği – Geleceğin Bilinci’ ve ‘Sonsuzluğun Ölçütü; İNSAN’ Atölyelerinden yararlanılmıştır.

  1. Beyni Anlamak Sadece Nörobilim ile mümkün mü? – Prof. Dr. Tayfun Uzbay. ÜÜ Sosyal Bilimler Dergisi,2015, sy:119-155.
  2. The Developing Mind: How relations and brain interact to shape who we are? – Daniel J. Siegel, MD
  3. İnsan İlişkilerinin Nörobilimi – Louıs Cozolino.
  4. Pocket Guide to Interpersonal Neurobiology – Daniel J. Siegel, MD.
  5. Yeni Bilim: Bağlantısallık Yeni Kültür: Yaşamdaşlık – Dr. Türker Kılıç..
  6. Sosyal Zeka: İnsan İlişkilerinin Yeni Bilimi – Daniel Goleman. Sf: 86,87.
  7. Işığın Yolu – Nilüfer Devecigil
  8. Mindsight-Akılgözü – Daniel J. Siegel, MD
  9. Beyin Kayıt Tutar – Bessel A. Van Der Kolk, s: 55-64.
  10. İnsanın Fabrika Ayarları (IFA): İlişkiler ve Stres – Sinan Canan,s:158-167.
  11. Accessing the Healing Power of the Vagus Nerve – Stanley Rosenberg
  12. Polyvagal Theory – Dr. Stephen Porges, s:6-7, 58-59.
  13. Uzun ömrün sırrı: Vagus siniri. Esra Nur Gökçe, Zehra Pınar Cengiz, Oytun Erbaş. FNG & Bilim Tıp Dergisi 2018;4(3):154-165.
  14. Science of The Heart – Rollin McCraty, Mike Atkinson, Dana Tomasino
  15. Love 2.0 – Creating happiness and health in moments of connection – Barbara L. Fredrichson.
  16. Heart Intelligence – Doc Cildre, Howard Martin, Deborah Rozman, Rollin McCraty.
  17. The Science of Interconnectivity: Exploring the Human Earth Connection. Rollin McCraty, Annette Deyhle.