ÖNSÖZ

İçinden geçmekte olduğumuz dönemde dünyada yaşanan krizler, kaos, savaşlar ve ülkemizde birebir yaşadıklarımız, dünyada maddeye dair, sisteme dair ne varsa, çözülmekte, dağılmakta olduğunu göstermektedir. Yıllar önce başlayan bu çözülme, Covid 19 salgını sürecinde ve sonrasında ekonomide yaşanan derin krizlerle, sağlık, eğitim ve adalet sistemindeki zorluklarla daha da görünür olmuştur.

Dünyada artık bir daha olmaz dediğimiz sıcak savaşın 2022’de başlaması, 6 Şubat 2023’te ülkemizi derinden etkileyen deprem felaketi, ardından gelen sel felaketin yaşanması, binlerce CAN’ın yitirilmesi ve ailelerin ve düzenlerin dağılması, bize sistemdeki çözülmenin tüm hızıyla devam ettiğini adeta KIYAMET’i yaşatarak gözler önüne sermiştir.

Analitik Psikolojinin kurucusu olan İsviçreli Psikiyatr C.Gustav Jung’un “Salgınlar ve hastalıklar tesadüfen yaşanmazlar; yeni yönleri keşfetmemiz, başka bir yaşam yolunu deneyimlememiz için göstergeler olarak bizlere hizmet ederler.” sözü bu dönemde bize ışık tutuyor. Salgınlar, savaşlar, depremler, seller gibi doğa olayları, hastalıklar ve başımıza gelen benzerleri acaba acı, üzüntü, çaresizlik ve yıkımdan başka neyi deneyimletiyor olabilir bize? Neyi ve neleri göstermeye çalışıyor insanlığa? Ve bu deneyimler en olgun, en diri şekilde nasıl deneyimlenir?

Dünya düzeni kurulduğundan bugüne savaşların, krizlerin, kaosun, sorunların bittiği hiçbir dönem olmamıştır. Dünya eğer insanın tekâmül ederek ruhsal olgunluğa ulaşmasına, İNSAN olmasına hizmet eden bir gezegense, kaosun varlığı daha da anlam kazanır. Uyanmamış, dirilmemiş varlıkları uyandırmanın en güçlü yollarından biri ACI ve KAOS’tur…Yahut tekamülün, büyümenin yakıtı, besini kaostur, acıdır…. İnsanlık belli bir bilinç seviyesine gelinceye kadar dünyada acı ve kaos devam edecektir. Bireysel olarak yaşamasak bile kaosun yaşandığı coğrafyada olmak, toplumsal travmayı yaşamak, o alanda varlık bulmak bile tekâmül ve ruhsal büyüme sürecine hizmet eder.

C.Gustav Jung a göre insanın yegâne amacı yaşadığı deneyimlerle olgunlaşmak, tekâmül ederek Bütün İnsan olmaktır. Bütün İnsan; kendisiyle beraber tüm insanlık ailesini, tüm canlıları, doğayı, çevreyi… Kısacası, BÜTÜN’ü düşünerek hareket eder. Doğa ile uyumlu yaşar ve akıl ve bilim ışığında yaşamını kendi evrenini kurar.

Ve İnsan kendi GERÇEĞİNE, Bütünlük Bilincine uyanana, İNSAN’a yakışır bir sistem oluşuncaya kadar dünyada kaosun, krizlerin, savaşların bitişini umut etmeye devam edeceğiz. Tüm bu kaosun içinden geçerken; eskiye ait sistem yıkılırken, yeni bir düzen ve yeni bir İnsanlık Anlayışının doğum sürecinde farkındalıklı, umut dolu ve diri olmak yeni bir düzenin, yeni bir İnsanlık Anlayışının oluşumuna çok önemli bir katkı olacaktır.

DİRİ OLMAK VE DİRİ KALMAK

Dünya kaosun içinden geçerken, eski ve kokuşmuş düzen sarsılırken yeni bakış açısı, yeni değerler, yeni bir insanlık anlayışı yaşanan tüm sorunların tek çözümü gibi durmaktadır. İnsanlık Güneşi Vakfı’nca insanlığa çıkarılmış bir davet olan İnsanlık Manifestosunun (İM) ÖZ’SÖZ’ünde yer alan iki madde sanki bugünleri tarif eden ve fırtına devam ederken bize yol gösteren bir deniz feneri gibidir;

“İnsanlık bilinen tarih içinde ilk kez deneyimleyeceği olağanüstü bir dönüşümün hemen eşiğindedir.” İM ÖZ’SÖZ.

“Bu bir çağ değişimi değil; köklü anlayış, davranış, niyet ve zihniyet değişimlerini, zorlayıcı terk edişleri talep eden ‘yeni bir insanlık anlayışının’ doğumudur. Her doğum gibi sancılı ancak mucizevi olacaktır.” İM ÖZ’SÖZ.

Diri olmak tam olarak bu süreçte ihtiyacımız olan varlık ve oluş halidir. Diri olmak; başımıza gelen gerek insan eliyle hastalıklar, maddi sorunlar, ilişkilerdeki zorluklar gibi, gerekse doğa eliyle olan deprem, sel, yangınlar gibi zorlu yaşam deneyimlerinde, dengemizi korumak, farkındalıklı olmak, odağımızı yolda ve bütünde tutmak ve insanlık ailesine hizmet edecek yeni değerleri oluşturmak için çalışmaktır.

Diri olmak demek, alışagelen anlamlardan, ezberlerden, zihinsel kalıplardan, inançlardan, bağımlılıklardan, olmazlardan özgürleşmek ve İNSAN’a yakışan şekilde erdemli, BÜTÜN’ü düşünen ve kapsayan düşünce ve davranışlar sergilemek demektir.

Diri kalmak; sadece zorlu deneyimlerden geçerken değil, gerçek kendine giden bu yolculukta her daim diri olma halini korumak ve sürdürmektir.

İnsanlık ailesine artık hizmet etmeyen eskiye dair ne varsa çökmeye devam etmektedir. Eski düşünce sistemleri, eski inançlarımız, eski ve güvensiz tutunduğumuz her şey ama her şey dönüşüyor ve bize değişim ve dönüşüm için yeni kendimize yeni bir topluma doğmak için bir fırsat yaratıyor. Bu sürecin aynı bir doğum gibi sancılı ve acılı olduğu doğrudur bununla beraber doğacak bebeğe ait özlem, sevgi ve umut dipdiridir.

DİRİ OLMAK ve DİRİ KALMAK NEDEN ÖNEMLİ?

Gerek bireysel gerekse toplumsal olarak deneyimlediğimiz zorlu yaşam olaylarında diri olmak ve diri kalmak, dönüşüm ve yeninin oluşum sürecinde çok önemlidir. Sistemin zihniyetini, çekilen acıları ve yaşanan olayları çok fazla içselleştirirsek, yapışırsak, diri olamayacağımız gibi varoluş amacımızı yerine getirmekten uzaklaşırız.

Yaşanan acıları yok saymadan ama onlara yapışmadan duyarlı kalarak ve davranarak zorlu süreçlerde ilerleyebiliriz. Mesela deprem gibi zorlu bir deneyimde birebir yaşasak da yaşamasak da acı, üzüntü, çaresizlik gibi duygular hissetmemiz çok doğaldır. Depremi yaşayan insanın çaresizliğini, o bölgede olmayan bir insanın hissetmesi; yaşayan kadar olmasa da travmatize olması ve bir nebze destek olmak için elinden geleni yapması ortak alandan birbirimizi anlama, destek olma ve iyileştirme çabasıdır. Bu çaba, acı ve üzüntünün yaşanıp azalmasına, dönüşüme hizmet eder. Acının içinden birbirimize destek olarak, paylaşarak geçmek toplumsal bir harç oluşumuna alan açar.

Şefkat ve merhametin iyileştirici ve dönüştürücü gücünü ancak dengemizi korursak, diri olur ve diri kalırsak yaşayabilir ve yaşanabilir kılabiliriz. Şefkatin içinde barındırdığı denklik ve birlik bilinci; “senin yaşadığın acıyı görüyorum ve saygı duyuyorum.” derken, merhametin içindeki eylem bilinci; “senin acını hafifletmek için elimden geleni yapabilirim.” der.

Diri olursak kaos ve kriz anlarında akıl ve gönül dengesini koruyarak BÜTÜN için en etkin eylemleri gerçekleştirebiliriz. Kaosun, krizlerinin en derindeki niyeti ‘Kendi Gerçeğimizi – Gerçek Kendimizi keşfetme yolculuğuna dair bir ÇAĞRI niteliği taşımalarıdır. Diri olmak, çağrıyı duymamızı, yolculuğa çıkmamızı ve DİRİ KALMAK da yolda kalabilmemizi destekler ve güçlendirir.

DİRİ OLMA VE DİRİ KALMA SÜRECİ:

1. ÇAĞRIYI DUYMAK

Bilinçli kontrolümüzün dışındaki diğer bir deyişle başımıza gelen tüm olaylar bize büyümek için yeni alanlar yaratır. Bu olaylar aslında değişim ve dönüşüm için bir ÇAĞRI’dır.

  • Çağrılar sonsuz olan yolculukta; dönüşüme, aydınlanmaya, kendi gerçeğimize dair habercilerdir.
  • Çağrılar, bireysel, toplumsal, dünyaya ve insanlığa yönelik olabilir.

Örneğin, deprem gibi bir doğa olayı hem bireysel, hem toplumsal, hem de dünyadaki tüm insanlara yapılan kitlesel bir ÇAĞRI’dır. Bu çağrının diğer yaşam olaylarındaki çağrılardan farkı depremi yaşayanlar için konfor alanından mecburen ve aniden çıkarması ve eskiye ait her şeyi ortadan kaldırarak hayatı neredeyse sıfırlamasıdır.

Doğadan gelen ve çaresiz hissettiren bir felaket olduğunda ÇAĞRI’yı duymamız ve neyi değiştireceğimizi anlamamız, idrak etmemiz biraz zamanımızı alabilir. Çünkü hayatta kalanlar için önce şok ve donma sonra öfke, suçluluk, üzüntü gibi tüm duyguların yaşandığı, barınma, yemek, güvende olmak gibi temel ihtiyaçların karşılanmasının her şeyin önüne geçtiği bir dönem olacaktır.

Bu evreleri yaşadıkça ve süreç biraz ilerledikçe bu olayın değişim ve dönüşüme ait bir ÇAĞRI olduğunu fark edebiliriz. Böylece, toplumsal ve bireysel sorular gelmeye başlar: “Biz bu olayı neden yaşadık? Nerede hata yaptık? Doğa olaylarını yaşadığımızda en az hasarla atlatmak için neyi/neleri daha farklı yapmalıyız? Erdemli İnsan yetiştirmek için neler yapabiliriz? Yaşadığım bu zorlu deneyimden sonra hayatımda neleri değiştirmeliyim? Neleri önceliklendirmeliyim? Yeni bir tarihçenin başındayım bu tarihçeyi nasıl yazmalıyım, Hayatımın anlamı nedir? Bugüne kadar beni ben yaptığına inandığım pek çok şey artık yok ya da anlamını kaybetti, peki ama ben şimdi kimim? Kendi gerçeğim ve varoluş amacım ne?”

İşte bu ağır deneyimin hediyesi, bu sorulara verdiğimiz cevaplarda ve yapacağımız farklı eylemlerde gizlidir. Bu; çağrının duyulduğu, dönüşüme ait yeni bir yolculuğun başladığı anlamına gelir.

Çağrı; yeni bir bilince, yeni bir kendine, yeni bir dünyaya, yeni bir yolculuğa davettir.

Bize/BÜTÜN’e yapılan çağrıları duymanın ve konfor alanından çıkabilme cesaretini göstermenin önemine Buda’nın hikâyesi üzerinden bakalım:

Geleceğin Budası, genç prens Siddhartha yaşamı terk etme düşüncesine kapılmasın diye babası tarafından yaşlanma hastalık ölüm ya da rahipliğe ilişkin bütün bilgilerden uzak tutulmuş ve korunmuştu. Çünkü doğumunda ya dünya imparatoru ya da Buda olacağı kehanetinde bulunulmuştu. Seçimini kral olması yönünde yapan baba oğluna aklı dünyaya bağlansın diye 3 tane saray ve 40 bin dansçı kız sundu. Fakat bunun tek sonucu kaçınılmaz olanı hızlandırmak oldu. Çünkü daha çok geçken delikanlı tensel eğlenceler dünyasından bıktı, sıkıldı ve öteki deneyim için hazır hale geldi. Hazır olduğu an uygun haberciler hemen belirdi. Bir gün geleceğin Budası parka gitmek istedi ve arabacısına arabayı hazırlamasını söyledi… Adam hemen görkemli bir araba getirdi. Ve onu beyaz lotusun taç yaprakları kadar beyaz dört atı koştu ve geleceğin Budasına hazır olduğunu bildirdi. Geleceğin Budası bu arabaya binip parka doğru ilerledi. Prens Siddhartanın aydınlanması yaklaştı diye düşündü Tanrılar, ona bir işaret vermeliyiz…ve aralarından birini dişleri dökülmüş, saçları ağırmış, beli bükülmüş, titreyerek bir değneye yaslanan dermansız bir ihtiyara döndürdüler ve onu geleceğin Budasına gösterdiler. Onu sadece o ve arabacı görebildi. Geleceğin Budası arabacıya sordu, “dostum söylesene kimdir bu adam saçları bile diğerlerinki gibi değil?” Yanıtı duyunca şöyle dedi; “lanet olsun doğuma eğer doğan herkesin yaşlanması gerekiyorsa”…ve kalbini öfke kapladı ve geri dönüp sarayına kapandı. “Oğlum neden böyle çabuk geri döndü?” diye sordu kral. “Efendim ihtiyar birini görmüş yaşlı birini gördüğü için dünyadan çekilmeye hazırlanıyor.” Dediler. “Beni böyle şeyler söyleyip öldürme niyetinde misiniz? Çabuk onun için eğlenceler hazırlayın. Onu haz almaya çekebilirsek dünyadan çekilmekten vazgeçecektir.” dedi Kral ve her yöndeki muhafızları birer tabur daha arttırdı. Yine bir gün geleceğin Budası parka giderken Tanrıların gönderdiği hastalıklı bir adam gördü ve soruşturduktan sonra kalbinde öfkeyle döndü, sarayına kapandı… Ve kral yine sordu ve aynı emirleri verdi ve muhafızları daha da arttırdı… Yine bir gün geleceğin Budası parka giderken Tanrıların gönderdiği ölü bir adam gördü… Soruşturduktan sonra kalbinde öfkeyle dönüp sarayına kapandı. Kral yine sinirlendi ve muhafızları bir ordu kadar arttırdı… Ve yine bir gün geleceğin Budası parka giderken özenle ve kibarca giyinmiş bir rahip gördü ve yine sordu arabacısına “kimdir bu adam?”, “efendim bu dünyadan çekilmiş kimsedir.”

Ve arabacı dünyadan çekilme dualarını seslendirerek devam etti. Dünyadan çekilme düşüncesi geleceğin Budasını hoşnut etmişti.

(Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Camphell. Alfa Yayınları)

Peki ya, çağrıyı duyamazsak ya da çağrının çağrı olduğunu anlamazsak ne olur?

Evvel zaman içinde insanların “ah şöyle olsa, ah böyle olsa” dedikleri ve dileklerinin hemen yerine geldiği zamanlarda bir kral yaşarmış. Kralın birbirinden güzel kızları varmış, ama en küçük kızı bir güzel bir güzelmiş ki güneşe “sen doğma ben doğayım” der gibiymiş. Kralın sarayın bitişiğinde karanlık bir orman ve bu ormanda yaşlı bir ıhlamur ağacının altında da bir kuyu buluyormuş. Havalar çok sıcak olduğunda küçük prenses saraydan çıkıp ormana gider serin kuyunun başında oturup dinlenirmiş. Altın bir topu varmış canı sıkıldıkça havaya atıp atıp tutarmış. En çok sevdiği oyunmuş bu, bir defasında aksilik bu ya küçük prensesin havaya attığı top geri dönüp elceğizine gelmemişte yere düşmüş ve kuyuya doğru yuvarlanmaya başlamış. Prenses gözleriyle topu izlemiş. Top da gide gide cuk diye kuyuya düşmesin mi… bir anda kuyunun sularında kaybolmuş. Bunun üzerine Prenses ağlamaya başlamış, ağladıkça ağlamış, ağladıkça ağlamış. Bir türlü yaş dinmemiş gözünde. O böyle acı acı ağlayıp sızlandıkça ansızın ince bir ses duymuş: “Derdin ne güzel prensesim?” demiş, “öyle acı acı feryat ediyorsun ki taş olsa dayanmaz erir yüreği insanın.”

Prenses bu ses nerden geldi diye bir sağına bakmış bir soluna bakmış ne görse beğenirsiniz… Kocaman kafasını sudan çıkarmış suratsız bir kurbağa… “demek konuşan sendin” demiş prenses. “Ah ah ben ağlamayım da kimler ağlasın, bir altın topum vardı, kuyuya düştü”. Kurbağa: “sen ağlama prensesim ben bir çaresine bakarım.” diye cevap vermiş. Altın topunu kuyudan çıkarırsam bana ne veririsin peki diye sormuş ardından… Prenses de : “sen ne istersen canım kurbacığım” demiş…”giysileri mi istersin? incilerimi mi? mücevherleri mi? yoksa başımdaki şu altın tacı mı? Hepsi sana veda olsun.”

Ama kurbağa şöyle karşılık vermiş; “giysilerin de senin olsun, inci ve mücevherlerin de, altın tacın da, sen yeter ki beni sev, yanından ayırma, yemek yiyeceğinde beni kaldır yanına oturt, senin altın tabağından yemek yememe senin bardağından su içmeme senin yatağında uyumama izin ver başka şey istemem. Bunları yapacağını söyle bende kuyuya dalayım altın topunu çıkarıp getireyim sana.” Bu sözleri işiten prenses “peki, istediklerinin hepsini yapacağım, yeter ki sen altın topumu çıkart kuyudan.” demiş. Demiş ama içinden de şöyle geçirmiş: “şu sersem kurbağanın söylediklerine bak, kendi gibi sersem kurbağaların suyun içinde yaşar o, hiç insanla arkadaşlık edebilir mi?” Prenses böyle düşünedursun kurbağa ondan söz aldı ya kafasını suya daldırdığı gibi kuyunun dibine dalmış, çok geçmeden kollarını ve bacaklarını kürek gibi kullanarak yine çıkıp gelmiş suyun yüzüne, ağzında tuttuğu altın topu çimenlerin üzerine atmış. O güzelim oyuncağını görünce sevincinden deliye dönmüş prenses. Eğilip altın topu yerden almış… Artık durur mu? Elinde topla hoplaya zıplaya uzaklaşmış oradan. Kurbağa arkasından seslenmiş ”beni bırakıp nereye gidiyorsun? Beni bırakıp nereye gidiyorsun? Ben senin gibi hızlı koşamam.”…ama ne çare… Avazı çıktığı kadar vıraklaması hiç işe yaramamış… hiç oralı olmamış prenses, koşup doğru saraya gelmiş, zavallı kurbağayı unutmuş hemen… Kurbağa da ne yapsın tekrar kuyunun sularına dalmış…

(Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Camphell. Alfa Yayınları)

Altın topun kayboluşu; hayatın akışında sadece bir hata ve bir tesadüf, prenses için yeni bir deneyimin ilk işareti; kurbağa ise çağrının ve deneyimin sesi, habercisidir. Prensesin tutmadığı söz ise çağrının reddidir ve ayrı bir deneyim alanıdır. Çağrılar büyümeye, aydınlanmaya, belki benliğin uyanışına yardım edecek deneyimlere fırsatlar yaratırlar. Başımıza gelen olaylar küçük ya da büyük olsun, çağrılar çoğu zaman, dönüşümün başlangıcı, bir eşiği aşma yerini, yani bu yolda ilerlemeyi ve hatta sıçrama evrelerini gösterir.

“Dünyada yaşanılan karmaşa ve kaos insanın kendini, özünü, içindeki mükemmel cevheri bilememesinden ve onu ortaya koyamamasından kaynaklanmaktadır.” (Arınmış Varlık İnsan, 10. Bölüm)

ÇAĞRI’yı duymak; konfor alanından çıkmak dönüşümün, arınmanın anahtarı yani içimizdeki mükemmel cevheri bulmanın ve çıkartmanın yoludur.

ÇAĞRI’nın reddi; konfor alanından çıkmak istemediğimiz anlamına gelir ve yaşamda kısır döngülere, kısır döngüler ise depresyona, hastalıklara, ağır başa dönüşlere neden olur. “Kişinin depresyonu, huzursuzluğu kaygısı onu uyandırmaya çalışan dostlarıdır.” der C. Gustav Jung. Aslında çağrı, depresyon gibi hastalıklar ile yolculuğa davet etmeye, uyandırma çabasına devam eder. ÇAĞRI’nın duyulmasına rağmen konfor alanında kalınmaya hala devam edilirse, deneyimlerden öğrenilenler içselleştirilmezse; ÇAĞRI kendisini duyuruncaya kadar sesini yükseltmeye ve şiddetini arttırmaya; duyması gerekenlerin ahdine ve görevine göre devam eder.

2.KONFOR ALANINDAN ÇIKMAK

Konfor alanlarımız kendi cennetlerimizdir. Bu cennette olduğunu fark eden ve her an buradan çıkmaya hazır olanlar, BÜTÜN’ün ÇAĞRI’sını daha kolay duyarlar.

ÇAĞRI’yı duymamızı zorlaştıran duysak bile kalmayı tercih edebildiğimiz konfor alanını tanımlarsak:

  • Egomuzun, zihnimizin en sevdiği alandır. Zihinsel ve bedensel hapishanemiz olan alışkanlıklarımızdır. Örneğin, her gün aynı saatte aynı şeyleri yapmak, rutinler, alışkanlıklarla örülmüş yaşamlar, şikâyetlerin olsa da alışılan ilişki kalıpları, çok memnun olunmasa da düzenli gidilen iş yeri, hafta sonu aktiviteleri, vb…
  • Bu alan; güvenli, konforlu, ‘orada bana hiçbir şey olmaz’ yaklaşımını içeren anne kucağı, anne evi gibidir. Bu alandan çıkmak anneden ayrılmak gibidir. Oysa anneden özgürleşmek, birey (FERD) olmaya giden en büyük adımdır. Bu adım kendi varlığını bulmaya, kendi olmaya ve varoluşunun derin anlamıyla bütünleşmeye giden ilk adımdır.
  • Varoluş, gerçek kendimizi bulmamızı ve uyumlanarak YOLCULUĞA DEVAM ETMEMİZİ
  • YOLCULUĞA DEVAM edebilmemiz için de yaşamımız yoluyla büyümeye dair BİRÇOK ÇAĞRI’da
  • Bize yapılan ÇAĞRILARI DUYMA ve KONFOR ALANINDAN ÇIKABİLME cesaretini göstermek büyüme deneyimi için olmazsa olmazdır.

Yolculuk süresince başımıza gelen her türlü deneyim ve yaşam olayı yeni bir bilinç boyutunun eşiğinin habercisi olabilir. İçten veya dıştan gelen konfor alanını bozan uyaranlar; hastalıklar, maddi zorluklar, ilişki ve iletişim düzeyinde yaşanan güçlükler, tekrarlanan depresyon döngüleri, küçük ve büyük krizler; bu yolculuğa çıkış ya da uzun süre önce çıktığımız yolculukta bir HAN da dinleniyorsak ya da o bilinç boyutunun döngüsünü tamamladıysak, yolculuğa devam et çağrısı ya da yeni bir bilinç boyutunun eşiğinin habercisi olabilir.

Karşılaştığımız problemleri, BÜTÜN tarafından sunulan ŞEFKATLİ FIRSATLAR olarak görebilirsek, BÜTÜN’ün/ÖZ’ümüzün bize olan sevgisini göstermesinin yollarından biri olarak kabul edersek, olaylara, krizlere, kaosa ve dünyaya bakış açımızda neler değişir?

3.KURBAN TARAFIMIZDAN ÖZGÜRLEŞMEK

Kurban tarafımız;

  • Sorumluluk almak istemeyen, kurtarıcı bekleyen,
  • Yaşamın sorumluluğunu üstlenmeyen, mağduriyetten beslenen,
  • ‘Ben ne öğreneceğim; kaderim buymuş’ ya da ‘hep onun hatası onun yüzünden oldu’ dediğimiz,
  • Acıdan ve sorundan kaçınan hatta yok sayan ya da devamlı acıda kalmak isteyen,
  • İrade kullanamayan,
  • Sürekli şikâyet eden, sorunun kaynağını dışarda arayan, çözüme değil soruna odaklanan, bundan beslenen ve konfor alanında kalmayı tercih eden, tarafımızdır.
  • Güçlü bir savunma mekanizmasıdır.

C. Gustav Jung’un “Siz biliçdışınızı bilince çıkarana kadar başınıza gelen her şeye kader dersiniz.” ve “Kendi içine bakmaya cesaret edemeyen herkesin yaşamı bulanıktır. Dahası bu bulanıklık dünyayı da bulandırır.” sözleri kurban parçamıza ait ipuçları taşır.

Kurban parçamız çoğumuzda dönem dönem karşımıza çıkar ve yaşadığımız olaylar karşısında olayla yüzleşme cesaretini kazanana kadar güçlü bir savunma mekanizması olarak bize destek olur. Ancak bu parçamıza yapışırsak dönüşüm ve büyümeye dair yolculuğumuzu devam ettiremeyiz ve deneyimler ağırlaşarak biz öğreninceye kadar gelmeye devam eder.

Kurban tarafımızdan özgürleşmek için;

  • Krizleri yakıta dönüştürmek için ‘kimseyi suçlamadan kendi iç dünyamıza bakmak’
  • Hayatımızın kontrolünü elimize almak için; ondan oldu, şundan oldu, kader demeden önce ben/biz neyi daha farklı yapabilirdik ve yapabiliriz üzerinde düşünmek
  • Acı da çeksek kaçmadan kendi içimize yönelerek bakmak
  • Şefkat ve kabulle öğrendiklerimize sahip çıkarsak arınma sürecine devam etmek ve kurbandan kahraman bilincine geçmek.

Kurban rolünden bizi çıkartacak sorular;

  • Bu kriz bana kendimle ilgili neyi değiştirip dönüştürmem gerektiğini söylüyor?
  • Neler benim kontrolüm altında ya da kontrolüm dışında?
  • Egomun aç tarafları neler? Zaaflarım neler? Güzellik mi? Para mı? Dostluk mu? Bilgi mi? Ailem mi? Ya da manevi hazlar mı?

4.ARINMA

“Bir insanın arınmasının sınırı yoktur. ARINMA kavramı değişir ama arınma sona ermez. Çünkü sanıldığından daha önemli olan arınma, insanı İNSAN’a ulaştıran bir araçtır.” (Arınmış Varlık İNSAN, 4. Bölüm)

İnsanın varoluş amacına Kendi Gerçeğini/ Gerçek Kendini bulmak dersek ARINMA; bu yolculukta değişim ve dönüşümün anahtarıdır.

  • İrili ufaklı hayat deneyimlerine verdiğimiz tepkiler, yaklaşımlar ARINMA sürecinin temel yapı taşlarıdır.
  • Arınma sürecinde; olayların gerçeğin kendisi olmadığının farkında olmak, akıl ve gönül dengesini kurmak ve bu sayede yolculuğa her daim diri kalarak devam etmek önemlidir.
  • Çağrıyı duyup sorular sorduğumuzda ve cevapları içimizde aradığımızda uyanış ve arayış başlar ve yolculuk devam eder; durdurulamaz.
  • Soruları sorup, serbest bıraktığımızda ve yeniye alan açtığımızda; zihin kalıplarına karşı diri ve uyanık oluruz.

İGV Örnek İnsan Bildirgesinin 59’uncu madde de belirttiği gibi; Örnek İnsan; “Her yaşadığı deneyimde ‘bu bana ne öğretiyor’ sorusuyla farkındalığını diri tutar.”

  • Bu deneyimden ne öğrenmem gerekiyor?
  • Bu deneyim beni hangi yeni alana taşıyacak?
  • Hayata gelme amacım ne?
  • Bu deneyim benim hangi gölge tarafıma ışık tutuyor? Törpülemem/esne(t)mem gereken yönlerim ne?
  • Kendimde neyi dönüştürmem gerekiyor?
  • Neye, hangi inancıma, olmazıma veda etmem gerekiyor?
  • Bu deneyimden sonra ‘ben’ kimim?
  • Bu deneyimin bende dönüştürdüğü, dirileştirdiği ve büyüttüğü yanlarım neler?
  • Bu deneyim arınma sürecimde bana nasıl hizmet ediyor?

C. Gustav Jung’un “Yaşamın anlamı, yaşamın bana yönelttiği sorudadır ya da tam tersi ben kendim dünyaya yöneltilen bir soruyum ve yanıtımı ona söylemezsem onun verdiği yanıta bağlı kalmak zorunda kalırım.”

“Yaşamda asıl amacımız, içimizdeki gücü keşfetmek, kendi gerçekliğimizi takip etmek ve herşeyimizle bütün olmayı başarmaktır.”

“Gölgelerimizi yok edemeyiz, dönüştürebiliriz.” sözleri aslında ARINMA sürecine, YOLA ve YOLCULUĞA ışık tutuyor.

Kendimize sorular sordukça, varoluşumuzun derinlerini merak ettikçe, farkındalığımız genişler, özgürleşiriz. Kendi karanlığımıza, gölgelerimize bakma cesaretimiz oldukça, kendi gücümüzü keşfederek dönüşürüz, arınırız ve sorularla devam ettikçe arınmaya ve yolculuğa devam ederiz.

DİRİ KALMA SÜRECİNDE GEBELİK VE DOĞUM

  • GEBELİK; yeni fikirlerin bilinç düzeyine taşınması, tefekkür edilmesi ve içselleştirme çabasıdır.
  • DOĞUM; yeni fikirlerin davranışlarda görünür hale gelmesidir.
  • İnsanlık, bir üst bilince geçme sürecinde, yeni bilincini düşlemiş, tasarlamış ve üst bilincine gebe kalmıştır.
  • Gebelik süreçleri, insanlığın hazır oluşuna, dirilişine göre değişmektedir.
  • Bir anne adayının gebeliği ilerledikçe; bebeği için dilediği olumlu dilek ve isteklerin yanı sıra “ya kaybedersem, ya bir şey olursa” gibi huzursuzluk, kaygı ve gerginlikler artar.

Bir önceki bilince ait düşünceler, korkular ve beklentiler gebelik sürecini zorlaştırır.

  • Yeni demek eskinin ölümü demek; ancak eski bu bir anda ölmüyor.
  • Eskinin uzun sürede çekilmesi YENİNİN YAVAŞ YAVAŞ güçlenmesi ve büyümesini sağlıyor.
  • Yeniyi düşlemek, merak etmek, ve nasıl olacağı üzerine saatlerce konuşmak, anne karnındaki bebeğin ultrason görüntüsünü gören aile üyelerinin bebeğin kime benzediğine ilişkin yorumlar yapmasına benziyor. Bebek sadece kendine benzeyecek, kendini anlatacak ve ezberleri bozacak.

SON SÖZ

YOLCU, YENİ DOĞARKEN DİRİ OLMAK/KALABİLMEK İÇİN;

  • Tekâmülün ve büyümenin yakıtı olan ACI ve KAOS’u kullanır.
  • Yaşanan acılara tutunmadan DUYARLILIĞINI
  • İçsel yolculuğunda, sorunlara değil ÇÖZÜMLERE odaklanır.
  • Her türlü BAĞIMLILIĞINDAN ÖZGÜRLEŞMEYİ
  • Egosunun ve zihninin çok sevdiği kurban tarafından özgürleşme çabasındadır.
  • ÇAĞRILARI DUYAR ve KONFOR ALANINDAN çıkabilme ve yolculuğa devam edebilme cesaretini gösterir.
  • Sorular sorar, serbest bırakır, YENİYE ALAN AÇAR ve zihin kalıplarına karşı diri ve uyanık kalır.
  • Konfor alanından çıkmaya başladığında BÜTÜN’ün çağrısını duyar ve sürekli diri kalır.
  • Kendi varlığını bulmak, kendi olmak ve varoluşunun derin anlamıyla bütünleşmek için anneden ayrışmanın ve özgürleşmenin birey (FERD) olmaya giden ilk adım olduğunu bilir ve bu adımı atar.
  • Eskinin, enerjisini uzun sürede çektiğini bilir; yeninin yavaş yavaş güçlenmesi ve büyümesi için sabırla sürece devam eder.
  • Her daim diri bir akıl ve arınmış bir gönül BÜTÜNLEŞTİREN EYLEMLER içindedir.
  • Bireysel ve toplumsal farkındalığını DİRİ TUTAR ve sorumluluğu BÜTÜN’e karşıdır.

KAYNAKÇA:

  1. Arınmış Varlık İNSAN, İnsanlık Güneşi Vakfı, İnsanlık Üniversitesi Yayınları, 2023.
  2. Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Joseph Campbell, İthaki yayınları, 2017.
  3. İGV İnsanlık Manifestosu, İnsanlık Güneşi Vakfı, https://www.insanlikuniversitesi.org.tr/insanlikmanifestosu/
  4. İGV Örnek İnsan Bildirgesi, İnsanlık Güneşi Vakfı, https://www.insanlikuniversitesi.org.tr/ornek-insan-bildirgesi/
  5. Carl Gustav Jung kitapları.

Yorum yazabilirsiniz

Yazar hakkında: Dolunay KADIOĞLU POLAT

Dolunay KADIOĞLU POLAT
Psikolojik Danışman: 1972 Silifke doğumludur. ODTÜ Eğitim Bilimleri Psikolojik Danışma ve Rehberlik bölümünü 1996 mezunudur. Öğrenciyken gönüllü olarak katkı verdiği üreme sağlığı ve cinsel sağlık projelerinde Farklı kitlelerle çalışmanın alanındaki yetkinliğini arttırdığına inanan Kadıoğlu, aynı anda birkaç değişik alanda çalışmayı seçti.
Boşluk
Anadoludan İnsan ve Doğa Yansımaları