Günbatımı her yerde güzel ve ilham verici. Güneşin veda anında gökyüzünde yaptığı renk oyunları, sanatın her dalında eserlere ilham vermiş. Ama eminim sen de bana katılacaksın; en güzel günbatımı, deniz ufkunda olanı… Bir akşamüstü, Yahya Kemal’in “Gurûba karşı bu son bahçelerde, keyfince / Ya şevk içinde harâb ol, ya aşk içinde gönül!(1) dizelerini mırıldanıp, coşkun bir denizin karşısında günbatımını beklerken, aşağıdaki fotoğrafı çektim ve denizden, ondaki güzelliği fark edenlerden ve ona sırtını dönenlerden söz etmeye karar verdim.

Beresinin kırmızı olduğunu sonradan öğrendiğimiz Kaptan Jacques-Yves Cousteau’nun, Calypso adlı gemisiyle denizin gizemlerini bir bir çözüşünü anlatan ‘Yaşayan Deniz’ belgeseli, 70’lerin sonu ve 80’lerin başında her yaştan insanı TRT’nin tek kanalına kilitlemişti. Aslında denizle pek arası olmayan bizler, siyah beyaz olmasına karşın o muhteşem görüntüleri inanmaz gözlerle, hayret ve dehşetle, biraz da kuşkuyla izliyorduk. Daha sonra aramızdan birkaçı ‘okyanus bilimci’ olmaya, pek çoğu da, hayatta ilk defa gördüğü ‘korkunç yaratıklar’ nedeniyle denizde yüzerken artık fazla açılmamaya karar verdi.

Denizden özellikle uzak tutulmuş, denizi uzaktan seyretmeleri öğretilmiş kuşaklardan bahsediyorum. Edebiyatımız, sinemamız, resmimiz, çorak topraklardaki zorlu yaşantı, şehre göçen köylüler, çöllerde aşk acısı çeken kavruk insanlardan söz etmeyi seviyor, denizin yalnızca sahilinde dolaşıyor. Usta yazar Buket Uzuner bile, ‘Kumral Ada Mavi Tuna’ (2) romanında, ideal delikanlı olarak süsleyip sunduğu, Tuna’nın 18 yaşındaki yakışıklı ağabeyi Aras’ı, kitabın orta yerinde çarpıcı kurgu/şok etme uğruna, İstanbul Paşalimanı sahilinden denize balıklama atlattırıp öldürerek (ve suçu denize yıkarak) Tuna’ya yol açmıyor mu?  Bu biraz cesaret kırıcı değil mi sence de? Galiba en doğrusunu Kenan Doğulu, ‘İhtimal’ şarkısında söylüyor (güzel bir şarkı, dinlemen lazım);

Bir cesur adım, biraz da umudun olsun,
Uçmaya hazır bir çift de kanadın olsun. (3)

Deniz âşığı Halikarnas Balıkçısı bile, sürgün cezası alıp Bodrum’a gitmek zorunda kalmasa ve o eşsiz mavilikle tanışmasa, ‘Yaşasın Deniz’ (4) diye bir kitap yazar mıydı acaba? Yine de kimseye haksızlık etmeyelim; çoğumuzun deniz hakkındaki duygularını, ilkokul Türkçe kitabında okuduğumuz ve ‘denizi sadece bir manzara olarak mısralaştıran (5) Faruk Nafiz Çamlıbel şiiri şekillendiriyor;

Deniz engin bir sudur, tuzlu, yeşil dalgalı;
Kenarlarını süsler bazen beyaz bir yalı.

Galiba şairlerimizin yalnızca delisi ya da velisi âşık denize… Orhan Veli “Gün olur, alır başımı giderim (6) derken, ilhamını denizin kendisinden çok, insanı uzaktaki hayal ülkelerine götürebilmesinden almış. Özdemir Asaf’ın deli mi, veli mi olduğuna da sen karar ver;

Unutmak mı?
Delisin…
Gitmesem de bekler orada deniz.
Gelirsem bilmelisin
Benim beklememdir burada deniz.
Gitmek gibi geleceğim
Denizin delisine.
Delinin denizi gibi,
O ne kadar giderse. (7)

Oysa o ‘Deniz’dir, küçük dalgalı, sakin bir deniz. Ufka kadar uzanır; sonsuz, sınırsız ve özgürdür. Tekdüze değildir durgunluğu. Aksine, türkuazı, mavisi, yeşili, beyaz köpükleri ile rengârenktir. Gündüzünün renkleri başkadır, gecesinin başka. Sürekli değişen bu renklerini seyretmeye, rüzgârının, dalgasının seslerini dinlemeye doyamaz insan; her an bir sürpriz bekler.

Seni hayallere götürür; bir yelkenlinin, uzak kumsalların, gece ışıklarının hayaline. Uzağında kalmaya dayanamazsın. Bir kere daha, bir kere daha görmek istersin; yanında durup, renklerini seyretmek, anlattıklarını dinlemek için.

Serin bir huzur verme vaadiyle kendine çağırır, onu yüreğiyle dinleyeni. Tanımayan, tanımak istemeyen emin olamaz, sahilin o güvende hissettiren sıcak kumlarını bırakarak, bu engin maviliğe sarılıp sarılmamaya. Hemen kıyıda, berrak suyun dibinde her şey apaçık, pırıl pırıldır. Ama ya ilerisi?  Yanına gelip ona kulak vermeyen, kendini bu berrak suya bırakmayanlar için, açıklara doğru giderek lacivertleşen deniz hep ürkütücüdür. Hatta bir cesaret suya giren, ama kendini koşulsuz ona teslim etmeyenler, her an dipten gelecek bir tehdidin korkusunu yaşar. Yitip gitmemek için, bir an önce sahile dönme telaşıyla atar kulaçlarını. Yalnızca, yanmasına aldırmadan gözlerini açıp, onu daha fazla tanımak için bakanlar farkına varır, derinlerdeki sadeliği ve berraklığı. Kendini sevgiyle ona bırakanlar, dipte bir tehlike olmadığını da bilir, onları sevgisiyle saran suyun üstünde kalmak için başka bir çaba harcamak gerekmediğini de.

Hiddetlendiği zamanlar da vardır elbette. Kaşlarını çattığında kabarır, dalgalanır. Vefasızları, inançsızları o çok sevdikleri, güvendikleri sahile atıverir. Öyle zamanlarda beklemek gerekir, anlayış ve sabırla. Her gündoğumunda yine o sakin, küçük dalgalara döneceğini bilerek.

İlk defa göreni çarpar, büyüler; ilk görüşte aşktır.

Sağlam karayı bırakıp, bir küçük tekneyle bilinmeyen sulara doğru yelken açma düşü kuranlara selam olsun! Ancak, deniz kenarında tatil özlemi bile şemsiye ve şezlong ile tembellik, ardından açık büfe ziyaretiyle giderilebiliyor artık. Sahilden ayrılmak, denize açılmak yok!

Denize bıraksam kendimi,
Kumlara uzatsam gölgeni.
Havada umut ruhum firar;
Güneşte kurutsam kalbimi. (8)

Oysa pek çok Türk şairine (“Akşam olsa diyordun, işte oldu akşam” dizesiyle de Cahit Sıtkı’ya) ilham veren Charles Baudelaire, ‘İnsan ve Deniz’ şiirinde seni denize çağırır (Orhan Veli’nin çevirisi de harikadır);

Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman;
Deniz aynandır senin, kendini seyredersin
Bakarken, akıp giden dalgaların ardından.
Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan;
Gözlerinden, kollarından öpersin ve kalbin
Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman,
O azgın, o vahşi haykırışında denizin.

Kendi âleminizdesinizdir ikiniz de.
Kimse bilmez, ey ruh, uçurumlarını senin;
Sırlarınız daima, daima içinizde;
Ey deniz, nerde senin o iç hazinelerin? (9)

Nerede olursan ol, güneş her akşam, er ya da geç batıyor… Mutlu bir günün sonunda da batıyor, ağlamamak için dudaklarını ısırıp morarttığın hüzünlü bir günün sonunda da… Sen gün bitiyor sanıyorsun. Aslına bakarsan, biten bir şey yok, farklı bir başka şey başlıyor. Peki deniz kenarını, günbatımında özel yapan ne? Gökyüzü ile yarışıp, coşkulu dalgalarıyla en güzel renklerini sergilediği için mi, insanlar akın akın kıyıya gelip, o anı hayranlıkla, büyülenmiş gibi belleklerine kazıyor, fotoğraflarında saklama yarışına giriyor?

Ben çözemedim, sen ne dersin?

“Günbatımından başladık, laf dönüp dolaşıp nereye gelecek? Bu yazı nerede bitecek?” diye meraklanmaya başladığını görüyorum… Elbette gündoğumunda… Gündoğumunda deniz kıpır kıpır, heyecanlı. Bir şeylerin başlayacağını anlıyor, muzip bir gülümseme hissediyorsun o küçük dalgalarda. Bazen sessiz kalıyor, ‘bir sırrı herkesten saklar gibi’ (10) çıt çıkarmıyor. Ufka kadar uzanan o muhteşem suyun üstünde küçücük bir kıpırtı bile göremiyorsun. Günbatımındaki öfkeli, köpük köpük isyanından eser yok. Sanki o değil dün akşam güneşe, önce gitme diye yalvaran, o vefasız sevgili ufka yaklaşıp, sanki dokunmaktan bile kaçınarak kendini geriye çeke çeke batıncaya kadar umudunu kesmeden bekleyen ve sonra, başka gündüzlerde, başka denizlerle buluşmaya giden çapkın sevgilinin ardından sahili sert dalgalarla döven…

Sabretmek gerektiğini mi söylemek istiyor? Yoksa kendini beğenmişlik ve kibirle, vazgeçilmez olduğunu mu hatırlatıyor, ‘tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı’ diye? Ya da, aslında ayrılık diye bir şey olmadığını anlayıp, Mevlana gibi, “Vedalar gözüyle sevenler içindir; gönülden sevenler hiç ayrılmazlar (11) mı demek istiyor? Yoksa arınmaktan mı bahsediyor?

Sabah, yeni bir doğuş gibi, saf ve arınmışlıkla güne başlar deniz. Güneş henüz ortalığı aydınlatırken, deniz gecenin yorgunluğunu üzerinden atmaya çalışan mahmurlukta, temiz, berrak bir şekilde davetkârdır. Güneş yükseldikçe, tüm kiri ve pisliği de görünür kılar ve deniz sanki hepsini temizlemek zorundaymış gibi çöpleri toplamaya başlar. İnsan ruhunun yaşadıkça gördüklerinden kirlenişi gibidir denizin gündüz saatleri. Gördükçe arzulayan, arzuladıkça yaşayan, yaşadıkça daha çoğunu isteyen insan gibi, toplar da toplar…

Oysa deneyimledikçe arınman da gerekir. Yaşam sana öyle deneyim alanları açar ki, ruhun karanlık saatleri dediğimiz bir an gelir, kendimizi kapkara hissederiz… Denizin gece saatleri gibidir o saatler; kudurdukça kudurur, dalgalarını kıyıya vura vura topladıklarını temizlemeye başlar. Sabah güneş doğmadan önce her bir su damlasını kıyıya vurup, içindeki kiri atmak için çabalar. Yaşam da öyledir aslında; oradan oraya savurup, duvardan duvara vurarak, arınmamış hangi zerren kaldıysa, ruhun o karanlık gecesi denen zamanlarda arındırır seni. Duygu ve düşünce bedeninde var olan ve senin gerçek varlığına ait olmayan tüm kirlerden seni arındırır. Bağımlılıklarını da koparır, korkularını siler… Ayaklarının üzerinde sadece her şeyi içinde bir bütün olarak barındıran ve arınmış bir ‘sen’ olarak durabilinceye dek… Sen sadece sevgi, huzur, güven, saflık, sevinç ve neşe olana dek bu devam eder durur. Sevmek değildir amaç, sevgi olmaktır. Neşeli olmak değildir amaç, neşe olmaktır, güven olmaktır, huzur olmaktır. Soluduğun her nefeste bunları olur ve etrafına da bunları ışırsın.

İnsan bu karanlık gecelerde hüzünle, acıyla bitap düşer… Ama her gecenin sabahında yorgun ve mahmur, arınmış olmanın berraklığı ve hafifliğiyle yolumuza devam ederiz, deniz gibi. Ne geceler biter, ne gündüzler. Güneş her gecenin sabahında mutlaka doğacaktır. (12)

Şimdi bir de aşağıdaki fotoğrafa bak; günbatımında o güzel mavilikleri keskinleşip, kendilerini terk eden güneşe öfkelenmiş gibi kızaran ve sanki ufukta bile bir araya gelmeyi reddeden o inatçı deniz ile inatçı gökyüzünün, gündoğumunda aynı renkte nasıl buluştuğunu gör. Onları ayrıştırabildin mi? Yani, kabahat biraz da güneşte, anlayacağın…

Nedim Birol Yürüten,
Kuşadası, 2016 – Ankara, 2020


ALINTILAR:

  1. Beyatlı, Yahya Kemal, “Rindlerin Akşamı”, “Kendi Gök Kubbemiz”, Yahya Kemal Enstitüsü, 1961
  2. Uzuner, Buket, “Kumral Ada Mavi Tuna”, Remzi Kitabevi, 1997
  3. Doğulu, Kenan, “İhtimal”, “İhtimaller”, Doğulu Production, 2016
  4. Kabaağaçlı, Cevat Şakir, “Yaşasın Deniz”, “Çiçeklerin Düğünü”, Bilgi Yayınevi, 2005
  5. Altan, Çetin, “Deniz engin bir sudur, tuzlu yeşil dalgalı”, Milliyet Gazetesi, 03.04.2004, https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/cetin-altan/deniz-engin-bir-sudur-tuzlu-yesil-dalgali-5104067
  6. Kanık, Orhan Veli, “Gün Olur”, “Bütün Şiirleri”, Bilgi Yayınevi, 1981
  7. Asaf, Özdemir, “Denizin Delisi”, “Çiçek Senfonisi”, Yapı Kredi Yayınları, 2008
  8. Demirpençe, Göksel (ve Mabel Matiz), “Denize Bıraksam”, “Sen Orda Yoksun”, Avrupa Müzik, 2015
  9. Baudelaire, Charles, “İnsan ve Deniz”, Şiir.gen, https://www.siir.gen.tr/siir/c/charles_baudelaire/insan_ve_deniz.htm
  10. Şeşen, İlhan, “Sen Benim Şarkılarımsın”, “Türk Pop Müziğinde 35 Yıl 35 Besteci”, Raks Müzik, 1993
  11. Mevlana, Söz Evi, https://www.sozevi.com/vedalar-gozleri-ile-sevenler-icindir/
  12. Yürüten, Füsun, “Çakma Evrene Yanıtlar”, 2016

 

SESLENDİRME:
Yazar: Nedim Birol YÜRÜTEN – 14 Şubat 2020
Seslendiren: Sedef KAYNARKAN
Fon Müziği: Chopin, Nocturne No.20 in C-Sharp Minor Op. Posth
Kenan Doğulu: İhtimal İhtimaller Lansman Konseri (Canlı Performans)
Göksel ve Mabel Matiz: ‘Denize Bıraksam’ın yazıldığı an, ilk kayıt – Midilli
Charles Baudelaire’nin ‘İnsan ve Deniz’ şiiri; Fethi Yıldırım’n sesinden.

 

Bir Yorum

  1. Melis 14 Şubat 2020 at 09:29

    Okuduğumda çok güzel yerlere gitmemi sağladınız Birol Bey yüreğinize kaleminize sağlık.

Yorum yazabilirsiniz

Yazar hakkında: Nedim Birol YÜRÜTEN

Nedim Birol YÜRÜTEN
BÜTÜNLÜK (BBB)
FARKINDALIKLI DUYGULAR