Mor Saçları Vardı – E.Berna KUTLUATA – MAYIS 2013

“Neden mor?” diye sormayın, ben de bilmiyorum ama onu tanısanız saçları iyi ki mor derdiniz. Işıl ışıl akan mor bir şelale gibiydi saçları, güzeldi ve neredeyse sesleri vardı bu saçların. Çevresinde insan olsa ona “mor saçlı kız” demesi yeterdi kimden bahsettiğini anlatmak için… Büyük bir ormanda yalnız yaşardı oysa… Orman…

slider_mor_saclari_vardi_02_300

Heybetli ve özgür ağaçların ülkesi… Ağaçlar o kadar büyüktü ve yan yanaydı ki, sırtınızı birinin gövdesine yaslayıp yukarı doğru baksanız ağacın sadece birkaç alt dalını görebilirdiniz, tepelerine doğru gökyüzü bir görünür, bir kaybolurdu. Ayaklarınızın çevresinde envai çeşit yaprak, çiçek, yeşillik canlı canlı size bakıyor olurdu. Gözünüz nereye ilişse bir parçayı değil, ormanın kendisini görürdünüz. Havası, renkleri, sesleri her biri tek başına ormanın kendisiydi sanki. İşte bu ormanda yaşardı mor saçlı kız, üstü başı, giydikleri, ayakkabıları, omzunun bir parçasıymış gibi duran heybesi ile o da ormanın kendisi gibiydi. İşte tam da bu yüzden “Saçları iyi ki mormuş” derdiniz, bu saçlar olmasa ormanda yaşayan bir insan evladı olduğunu fark etmek kolay olmazdı zira. Ama vardı…

Mor saçlı kızın evi dev bir göknar ağacının dibindeydi, hiç göknar görmediyseniz anlatmak zor, dallarının mavimsiliğini, kokusunu, dev kozalaklarını… Görmeniz lazım…

Mor saçlı kızın güzel bir hayatı vardı bu ormanda. En büyük mutluluğu uyanır uyanmaz koşup ormandaki çiçeklerin, tomurcukların haline bakmaktı. Neredeyse bir günlük tutar, her çiçeğin, tomurcuğun halini takip ederdi. Menekşelerin kaçı açmış, sümbüllerde durum nedir, papatyalar ne durumda… Siz baksanız “Aaaa ne güzel çiçekler” diyip geçebilirdiniz ama o yaprağının renginden kökünün, soğanının kaç yaşında olduğunu bilirdi. Papatyaların kaçı eklenmiş kalabalığa söylerdi. Hele o güller yok mu, her bir tanesinin ayrıydı yeri, her birinin yapraklarının kıvrımını, farkını bilir, birine diğeri gibi bakmazdı. Mutluluk hakimdi bu rengarenk ve mis kokulu dansta…

Her çiçeğin sadece hayranı değil, aynı zamanda bakışıyla, sevgisiyle, ilgisiyle besleyeniydi mor saçlı kız. Ağaçlar, o “hakikaten” ulu ağaçlar da mor saçlı kızın sevgisinden nasipleniyorlardı. Baharı, kışı ayrı geçerken, yine keyifli yaz gelmişti (cırcır böceği sesi). Her bitkinin ayrı salındığı yaz… Her yaz sabahı ayrı bir sürprizdi ormanda, o sabah da büyük bir merakla fırladı dışarıya, az evvel doğmuş güneşin altında şakıyan ormanın içine mor saçlı kız ama… Orman hiç de şakımıyordu, güneş doğmuştu ama ormanda yenilik yoktu, koşup çiçeklere bakındı emin olmak için, bir gün önce açmış olanlar solmuştu ve tomurcuklar öylece duruyordu. Bilebildiği her çiçeğe ayrı baktı, hiç birinde renkli yaprak kalmamıştı ve tomurcuklar ağzını sımsıkı kapamış bebekler gibi yeşil yapraklarını birbirine mıhlamıştı sanki. Mor saçlı kız bir anlam veremedi, heybesine gerekenleri alıp dağ tepe, ulaşabildiği her yöne, ayağının uyduğu, gücünün yetti kadar bakındı, saatlerce, günlerce dolandı ve koca ormanda tek bir çiçek tomurcuğunun açmadığından, bir tek ağaç dalında tek bir yaprağın, filizin boy vermediğinden emin olarak göknarın gövdesine sırtını verip düşünmeye başladı. “Neler oluyor… Anlaşmış gibiler…”

İşte o zaman o dev gövdeden bir ses, mor saçlı kızın sırtından doğru geçip kalbinde ifade buldu “Umutsuzlar”. Ve mor saçlı kızın aklı kalbine sordu “Neden?”. Kalbinde varlık bulan ses cevap verdi “Bizi tek tek ağaç olarak görse de çoğunluk, en iyi sen bilirsin ki biz aslında tek bir varlığız” Mor saçlı kız kalbinden gelen sesin ne anlattığını bilmişti, başını salladı. Ses devam etti “Biz tek bir bütünüz, gözünün alabildiğince, köklerimiz birdir, bir arada serpiliriz. Ama senin de bilmediğin bir şey var, parçalarımız vardır uzaklarda, her orman köklerinden haber yollar birbirine ve her daim haber alır bir değerinden. Hiç ara vermeden, arada, yollar, denizler, dağlar olsa da uzaklarda ormanların olması bir bütün olduğumuzun işaretidir. Ama bir vakittir yakınlardaki bir parçamızdan haber alamıyoruz. Çok uzaklardan cevap gelse de hemen yakınımızdaki parçalarımızdan ses seda yok. Birlikte yaşamaya alıştığımız güzel ve kalabalık bir ormandı bu parçamız. Önce azaldı sesi, cevabı gecikti, derken susuverdi. Günlerce bekledik, bir cevap, bir ses, bir cansuyu izi yok. Bu sessizliktir işte tomurcukların, fidelerin açmaktan caymasının sebebi. Sonunda pes ettiler, açmaya gerek yok, elbet buralara da ulaşacaktır o sessizlik sebebi. Tazeyken biçilmek, ezilmek yerine durup beklemeyi seçtik.” İşte o zaman kalbindeki sesin halini anladı Mor saçlı kız ve bildi  ki bu ormanda bir şeyler yaparak umudu yeşertmek mümkün olsa da kalıcı değildi. “Ses vermeyen orman ne tarafta?” sordu ve aldığı cevap kadar hızlı o yöne doğru yola koyuldu.

Ormanın içinden doğru yürürken umutsuzluğun sızısını ve suskunluğunu hissetse de yürümek kolaydı da ormandan çıkıp güneşin altında sararmış, boz tepelerin ardına yürümek zordu. Sanki bu tepelerin tozu eteklerine, ayaklarına bulaştıkça kuraklık ve umutsuzluk da bulaşacak gibiydi Mor Saçlı Kıza. Vazgeçmedi oysa, yürüdü, sakince…

Sonunda bir yere vardı, insanlar kestikleri kütükleri yüklemiş götürüyorlardı bir yamaçtan doğru ve artlarında kesilecek tek bir gövde kalmamıştı. Evler de vardı az ilerde ama sarılık, kuraklık ve boz bulanık renk o evleri de ele geçirmişti. Mor saçlı kız yılmadı evlere doğru gitti. Evlerde insanlar vardı ama hayat yoktu. Telaşlısı ayrı sinirli, sakin görüneni inceden ağır kanlıydı ve bu memleketin insanları birbirlerinin ne yaptığına öyle dikkat ediyordu ki kimse kendi yaptığının farkında değildi.  Kendilerine kalan en değerli miras aslında ormanlarıydı ve onu da öyle böyle derken biçivermişlerdi. Öyledir ya anadan atadan kalan rahat dağıtılır da kendi ürettiğin kıymetli olur. Onlar da ormanı bırakıp kendi yaptıkları bahçe duvarlarına hayranlık duyar olmuşlardı. Gel gör ki orman suyu da alıp götürünce beraberinde bahçe duvarları şu tozlarla, bu tozların arasındaki gri çizgiden ibaretti.

Mor Saçlı Kız anlamıştı olan biteni. Nereden başlanırdı ki böyle bir yerde ormanın dostu kalmış mıdır diye bakmaya. Tüm bunları düşünürken bahçesinde bir kadının oturduğu bir evin bahçe kapısından giriverdi Mor Saçlı Kız, kadın bir bakındı, iki söylendi ama yine de “E gidesin yok madem buyur oturuver bahçeye” diyip bahçe dediği kuru sarılıkta bir yer gösterdi. Mor Saçlı Kız saçları, heybesi, her bir parçası ormandan imal üstü başıyla bu kuruluk içinde tuhaftan da tuhaf duruyordu. Konuşmak, sormak, sohbet etmek gelmedi içinden. Heybesinden ormanın bin bir çeşit dalından, sarmaşığından, sazından, pamuklu çiçeklerinden eğirdiği iplerinden birini çıkardı, tahta şişlerini aldı “Örgü örerim ben, örsek ya azıcık, ister misin?” dedi. Kadının da bilmediği ve anlamadığı bir sebepten “Olur” diyesi tuttu. Yan yana örgü ördüler, öyle sessiz, öyle sakin. Sanki şişlerde birbirinin içinden geçen ipler değildi. Sanki ormanın kalbini gören ve bu kurulukta içi burulan Mor Saçlı Kız ile kuruluğa alışmış olna kadın birbirlerini örüyorlardı. Ördükçe birbirlerine karıştılar. Ben diyeyim 2, siz diyin 3 saat ördüler örgüleri ve o günlük bittiğinde işleri artık ormanın sesi görünür olmuştu örgülerden. İkisi de anlamadılar ne olduğunu, nasıl olduğunu ama düşünmediler de. Öylece bıraktılar örgüleri bahçeye. Kadın o akşam misafir etti evinde Mor Saçlı Kızı, ertesi sabah Mor Saçlı Kız bahçeye çıktığında 2 kadın daha bekliyordu onu. “Biz de örsek ya” dediler. “Olur” dedi kız, beraber ördüler. Örerken düşündü Mor Saçlı Kız, “İyi de ormanın hali ne olacak, dönüp de ne diyeceğim, sizin bir parçanızı yolup kesip atmışlar, artık yok ama örgü örüyorlar mı diyeceğim? Olmaz, orman bununla yetinmez. Çiçekler örgülere kanıp açmaz. Açar mı?”

Günler geçtikçe bu kupkuru köyde kadınlar arasında bir örgü örme hali kabarır olmuş. Üç kişi konuşsa ikisi örgüye başlıyormuş. Bir diğeri “E nerde benim şişler?” telaşına düşüyormuş. Biri elindekini bıraksa bir diğeri kapıyormuş. Mor Saçlı Kız ne yapacağını düşünürken birden fark etmiş ki kadınlar ormandan gelen ipleri örüyorlar, ormanı örüyorlar. Bir gece uyumaktan vazgeçmiş, oturmuş örülen parçalarına başına saçlarından tellerle hepsini birleştirmiş. Her örgü sahibini çağırmış ertesi gün ve “İşte,” demiş “bu gördüğünüz sizin eseriniz, ormanın örülmüş halidir bu. Sizler içinizdeki dinginliği ördünüz bunlarda, birbirini anlamayı ve belki sevgiyi. Ama kalbimde bir soru var, sormadan durmak mümkün değil, örgüler bitince birbirini anlamak hali de bitecek mi? Çünkü bizim ona pek ihtiyacımız var. Bizim yani, her baktığınız köşede parçasını değil bütününü gördüğünüz ormanın umuda kavuşması ve tomurcukların açabilmesi için bu sorunun cevabını bilmeye ihtiyaç var.”

Ve işte o zaman çok uzaklardaki göknarın gövdesini sırtında, sesini kalbinde bilmiş Mor Saçlı Kız “Umut sözle değil, işle beslenir. Tomurcukların açmasını, ipleri örerken kendilerini çözenlerin emekleri sağlar. Umudu canlı tutmanın sınavı, umuda emek vermektir.” Tıpkı örgü örmenin aklına düşmesi gibi Mor Saçlı Kızın aklına tohumlar düşmüş o anda. Heybesinin bir köşesine özenle konulmuş tohumlar…

Tohumların açmasını sağlayan toprağın ona verdiği güvendir. Ve tohumlar onları bu dünyaya açmaya ikna edecek ve emek verecek olanlara emanet edilir.

“114 milyon yıl önce Dünya’da, bir sabah gündoğumundan hemen sonra gezegen üzerindeki ilk çiçek, güneşin ilk ışıklarını almak için açıldı. Bu muhteşem olaydan önce gezegen zaten bitkilerle kaplıydı ama çiçekler yeni yaşamın başlangıcıydı. İlk çiçeğin ömrü muhtemelen çok uzun değildi ama yine de açtı. Bir çiçekteki güzelliği görmek insanları uyandırabilir ve kendi içlerindeki güzelliği görmelerini sağlayabilir.” (Eckhart Tolle, Var Olmanın Gücü)

Mor Saçlı Kız tohumları sahiplerine ulaştırır, eğer bu sizseniz elinizde 114 milyon yıllık bir emanet tutuyorsunuz demektir ve her baktığı köşede parçasını değil bütününü görenlerin umudu sizin elinizde ve emeğinizle yeşermeyi bekliyor demektir.

Yorum yazabilirsiniz

Yazar hakkında: Elif Berna KUTLUATA

Elif Berna KUTLUATA
ÖZGÜR OLMAK İSTİYORUM
HAYATI SEYRETMEK Mİ? YOKSA