Tarihi özneler yaratır, ama özneler de tarihe ve tarihten doğarlar. Öznelerin belirleyici olduğu bir süreç, yani tarih aynı olgunun basit tekrarı olamaz. Öznelerin tutkuları, amaçları ve karakterleri tarihsel sürecin ruhu ve yaratıcı enerjisi olarak görülmelidir.
Her şeyin bir geçmişi vardır, ancak tarihi yoktur: Doğada sadece görünüşlerin akışı ve bu sürecin ürünü olarak ortaya çıkan olgu ve olaylar vardır. Ancak bunlar Varlığın bir süre görünüşte parlayıp yerini bir başkasına bırakarak sönümlenmesi biçiminde devinmesidir. Görünüşler sürece bağlı olarak ne denli farklı biçimler halinde ortaya çıksa da bir ardardalık sergilerler. Bu ortaya çıkış ve yok oluş zamana bağlılık şeklinde göründüğü için bir tarihselliği olduğu anlayışını doğurur.
Ancak gerçek olan görünüşler değil onların arkasındaki kuvvetlerin hareketleri ve zorunlu bağlantılarıdır. Görünüşler de kendilerinde gerçekler, birer varoluşlardır, ama özlerini oluşturan doğal yasallığın hükmü altında bir süreliğine ortaya çıkıp kaybolurlar. Bu anlamda Doğanın hep bu zorunlu doğal yasaların hükmü altında varolduğu için tarihi değil ama geçmişi olduğu söylenir.
Bu hakikat insanlık bilincinin daha ilk dönemlerinde sezgisel düzeyde olsa da fark edilmiş ve dile getirilmiştir. Sofokles ‘Antigone’de şöyle der: “geçmişten geleceğe bir yasa sürüp gider.”
“Güneş doğar, güneş batar; hep doğduğu yere koşar. Rüzgâr güneye gider, kuzeye döne döne eserek hep aynı yolu izler. Güneşin altında yeni bir şey yok” (Süleyman/ Vaiz 1)
Görünüşler ne denli farklı ve akışkan, varolma süresi ne olursa olsun her koşulda onları bilebiliriz; nasıl? Oluşumlarının gerisindeki yasayı bilip kavramış olmakla… bizden milyarlarca ışık yolu ötedeki yıldızların uzaklığını, hareketlerini, kimyasını, ısı derecelerini… vd. biliyoruz. Nasıl? Daha gerçekleşmezden önce gelecek günlerde havanın nasıl olabileceğini kestirebiliyoruz; doğalarının değişmez yasallıkları ve bunların hükmü ile.
***
Tarihe gelirsek: Tarih kavramı özce Tin’e özgüdür. Merkezinde düşünce ve onun kudreti ile insan üzerinden yaratıp yapılandırdığımız bir dünya; ama doğaya aşkın, kendi içinden belirlediği ilkelerle kendini sürekli yenileyen kişisel ve toplumsal bir süreç olarak…
Zorunlulukları bilen; ama ona boyun eğen, bu yolla hem de hâkim olan bir varlığın edimleriyle yaratılan insansal bir “doğa” olarak kültür ve tarih. Böyle olmakla doğadan özsel olarak ayrılan, kendi varolma olanağını ve varoluş sürecinin ilkelerini kendinden veren iradi bir dünya.
Her ne kadar tarihin tarihselliğe bürünmesinin olanağı insanda toplanmış olsa da nesnellik kazanması kendiliğinden olamıyor. Düşüncenin de, insanlık bilincinin de tohumunu çatlatıp filizlenmesi iradi ve amaçlı bir eylemlilik yoluyla olabiliyor. Bu eylemlilik silsilesi tarihin yaratılması, inşa edilmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır. İlkellikten, doğal verili halinden adım adım sıyrılarak bireysel insanın ortaya çıkışı da bu yolla gerçekleşiyor. Ben bilinci ve doğaya aşkın, giderek sorumlu ve özgür bir varlık olduğunun fark edilmesi, binlerce yıl süren çabalar sonucu elde edilebilmiştir.
İnsanlık kendi özüne dair belirlemeleri en ilkel dönemlerde de sezgisel olarak farkına varıp mitsel bir yolla ortaya koymuştur: Tarihin ilk yazılı metni olarak bilinen Gılgamış Destanın girişinde şöyle dile gelir:
O ki her yeri tanıdı, her şeyi bildi
Açığa çıkardı her yerde bütün gizleri
Her şeyi kavrayan o bilgeler bilgesi
Gizli olan her şeyi gördü ve aktardı saklı olanı. (1. Tablet)
“Çünkü örtülü olup da açığa çıkarılmayacak, gizli olup da bilinmeyecek hiçbir şey yoktur. Size karanlıkta söylediklerimi, siz gün ışığında söyleyin.” (Matta.10/26)
“Gaybı da, görülen âlemi de bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır. (Enam/73)
Hegel aynı hakikati felsefi boyutta; “Us’un yöntemi karşısında hiçbir şey örtük kalmaya direnemez”, der
Bu söylem biçimiyle öncekiler dinsel-sezgisel, diğeri felsefi nitelik taşıyorlar. Bunlar, bir hakikatin tarihsel süreçte tinin yetkinlik derecesine bağlı olarak düşünsel ifadeleridir.
“Gerçek kendinde nasılsa öyledir”, keşfedilmesinden bağımsız olarak kendindedir. Keşfedildiği kadar ele geçirilen gerçek vardır. “Kendinde” olmaktan bilince konu olmadığı, düşüncede açık edilmediği durumu anlaşılır. O hep oradadır, aslında kapalı değil, biz ona açılırız; düşünce gerçeğe erişerek biz ona kavuşmuş oluruz.
Gerçek “kendine” olmakla hak; var olduğu haliyle hakiki, kavranmış haliyle hakikattir. Hak olan niteliklerinin toplamı olarak bilinçle buluşup kavrandığında somut olarak kendi bütünlüğüne, kemaline ermiş olur. Bütünlük nitelikler birliği olarak ve niteliklerinin çokluğu nedeniyle ayrımlı birliktir, ki ayrımlı birlik olması onun farklı ve geçici görünüşler halinde dışlaşabileceğinin temeli olur. Onun için “Hakikat tek gerçek çoktur” diyebiliyoruz. Yaşamın çok renkliliğinde ve akışkanlığında bunu her daim gözlemleriz.
Varlık hep bir form altında gerçektir; hangi görünüşte, hangi kapsamda, kipte olursa olsun her şey bir başka şeyle ilişki içindedir. Her şey kendi varlığını bir başkası ile ilişki içinde gerçekleştirir. Ancak bu ilişkinlik bir başıbozukluk, dağınıklar yumağı değil, dizgesel bir bütünlüğün, zorunlu bağlantılığın hükmü altındadır. Zorunlu bağıntıdan söz etmek bir yasallık içerdiği, bu yolla ussal olarak kavranabilir anlamına gelir. Doğal varoşlar alemi, doğa yasaları alanı olup sebep-sonuç bağlamında determinedir, doğa kuvvetlerinin hükmü altındadırlar.
Ancak insan ve topluma geldiğimizde durum böyle mi? Öyle olup olmadığı düşünürlerin, filozofların, binlerce yıl bilgelerin gündemi ve sorgulamalarının konusu olagelmiştir.
Bu soruna yanıt ister istemez nesne-özne, madde-ruh, varlık-düşünce ikilemleri çerçevesinde ele alınmasını gündeme getirmiştir. Sorunsala sağlıklı çözüm insanın özünün, evrende yerinin ne olduğuna yanıt verilmesiyle ilişkili olduğu görülmüştür. İnsan-doğa, zorunluluk-özgürlük, özgür irade-kader gibi pek çok varoluşsal konuları da içine alacak şekilde konular tinsel bilimlerin gündeminde yer edegelmiş oldu. Bu bağlamda insana dair pek çok tanım yapıldı. Tanım çeşitliliğini burada bir yana bırakarak, varılan şu sonuç insan tanımlarının merkezi noktasına oturmuştur. İnsanı tüm varlıklardan ayıran ayırt edici nitelik düşüncedir, bir ben bilincinin olmasıdır.
Düşünce “kendinde” potansiyel anlamda mutlak özgürdür. Bundan kasıt, kendi belirlenimlerini kendinden vermesi, her şeyi, üstelik kendisini de kendine konu edinmesidir; varlığını edimselleştirmesi kendi içsel gücünden gelmesi, her şeyi gündemine alıp belirlemesi ile tekrar kendine dönüp kendinde kalmasıdır. Kendinden kalkıp kendine dönmesi salt doğa yasalarının hükmü altındaki dünyadan ayrı bir dünya olduğunu gösterir. “Dünyadandır, ama dünyalı değildir”. Doğal içgüdülerine, arzularına gem verebilen ve iradesini istediği şeye yönlendiren doğaya aşkın bir kudrettir.
Bu hakikatin insanlık bilincinde ilk belirişlerini tinin o günün edimsellik düzeyine bağlı olarak nasıl ifade edildiğini görmek mümkün.
“Gılgamış doğuştan başkaydı: üçte ikisi tanrı etinden, üçte biri insan etinden” (I. tablet) bilincin çocukluk evresine karşılık gelen sezgisel bir biliş, mitsel bir söylem niteliğinde. Burada tanrı-insan arasındaki oranlama bir yana niteliksel bir ayrıma tanık oluyoruz. Tanrısal yan güç yetmezliğin, hükmü kesin olan bir kudreti; insan eti ise düşünsel yanı simgeler: “Uruk’un suruna çık, bir dolaş, incele temeli, gözden geçir tuğla duvarı, gör pişmiş tuğladan mı, değil mi, Yedi Bilge koymuş mu koymamış mı temellerini” (I. Tablet)
Tarihsel süreçte aynı nitelikleri dönemin karakterine uygun olarak başka yerlerde de ifade edildiğini şahidiz: “İnsanı kendi suretimizde, kendimize benzer yaratalım. (Tevrat, yaratış. 1/6)
“Rabbin meleklere, “Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım.”…”Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman… “(Hicr: 28-29)
“İnsan birbiriyle çelişen iki dünyada yaşamak zorundadır, öyle ki bu çelişkide bilinç de çırpınır durur, bir yandan öbür yana itilip çekilerek, şurada ya da burada doyuma ulaşma gücünü bulamaz “. Gerçektende, insanı bir yandan günlük edimselliğe ve dünyanın zamansallığına kapılmış, gereksinim ve sefillik altında ezilmiş, doğanın tehdidiyle yüz yüze kalmış, amaçlara ve zevke saplanmış, doğal içgüdülerinin ve tutkularının egemenliği altında sürüklenir durumda görürüz. Öte yandan insan, ebedi İdelere, bir düşünce ve özgürlük ülkesine yükselir; kendisine irade olarak yasalar ve tümel belirlenimler verir;” (Hegel))
Tarihsel İnsan
Hiçbir insan doğada tek başına kendi varlığını koruyamaz, yaşamın devamlılığını sağlayamaz; Bireysel-doğal donanımı buna yeterli olmadığı için toplu halde yaşamak zorundadır. Birlikte yaşamak farklı çıkarların, ilgilerin, amaçların olduğu bir ortamdır. Farklılıkların olduğu böylesi bir ortam ne denli çatışmalar, çekişmeler, karşılıklı kıyımlarla dolu olsa da bir arada olmak zorunluğu ortadan kalkmaz. Hem çatışmalı-çekişmeli, hem de zorunlu birliktelik olumsuzmuş gibi görünse de özünde devindirici-dönüştürücü bir tarihsel enerjidir de… Her şeye rağmen birlikte yaşamak, yaşamın ayakta kalması, devamlılığı ve güvenliği için birtakım kuralları, gelenekleri, ahlaki değerleri ve bunları belirli ilkelere dönüştürüp kurumlar eliyle uygulamayı da zorunlu kılar.
Kişisel, geleneksel, kurumsal, vd. her türlü ilişki birden fazla ögenin varlığını gerektirir. “İlişki bağımsızlığın olmsuzlanmasıdır “; bu, tarafların yok edilmesi değil, kurulan bağlantının yapısına ve düzeyine uygun olarak varkaldıklarını söyler. Bireyler arasında kurulan en sade ilişkiler bile kendi düzeylerine göre tinsel bir ilişkidir, çünkü düşünsellik taşır.
Düşüncenin olduğu yerde öznel seçimler, keyfi davranış ve eylemler de olanaklıdır. Nüfus artışıyla, gereksinimlerin çeşitlenip derinleşmesiyle birlikte yaşamın kendi içinden düzenlenmesi de yeni yeni kurallar, ilkeler ve kurumların oluşturulmasını gerekli kılar. Bunlar doğada bulunmazlar, ancak düşünsel belirlemeler, iradi kararla tasarlanmış amaçlarla var edilirler; tinseldirler, süreklidirler.
Hep birlikte yaşamın zorunluluğu bu sürekliliğin tarihsel bir süreç olmasının temellini oluşturur. Süreçler dizgesel bağıntılar ve aşamalar bütünüdürler; her aşamanın birikimlerinin evrensel olanlarının bir sonrakine aktarılması şeklinde tarihsellik kazanmış olurlar. Bu, tarihin kendisidir.
Ancak tarihin temel dönüştürücü enerjisi nedir, sorusu da insanın özsel yanı nedir sorununda olduğu gibi verilen yanıtlar da çeşitli olagelmiştir. Bu soruya doyurucu yanıt Kurgul (tevhidi) düşünceden gelmiştir. “Tarihe us kurgul düşünceyle girmiştir”: tarih tinin kendini gerçekleştirdiği sahnedir. Tarihi ve onu yaratan özneleri anlamak tinin doğasını anlamakla mümkün olabilirdi: “tinin tözü özgürlüktür” ki, merkezinde düşünce bulunur. Bu belirleme tarihi ussal olarak anlamamızın yolunu açmıştır.
Yakından bakıldığında insanlık tarihindeki düşünsel, inançsal, bilimsel, teknolojik çabaların ereğinde özgürlük olduğu görülür. Tarih tinin kendini sergilediği sahnedir, ama sahnede edimselleşen de özgürlüktür. Tin kendi içsel tohumunun meyvesini özgürlük olarak ortaya koyar.
***
Tarihsel özneler de özgürlüğü, adaleti kendi vicdanlarında duyumsayıp hayata geçiren kişilerdir, tarihin yaratılmasının önderliğini yapan kişilerdir. Tinin evrensel değerlerinin vücut bulmuş somutluk kazanmış halleridir.
“Tarihi anlamak demek insanların dehalarını, etkin yetilerini ortaya sermek demektir. .”
Daha yüksek geneli kavrayan, onu kendilerine amaç yapan, tinin daha yüksek kavramına karşılık olan ereği gerçekleştirenler, dünya tarihindeki büyük insanlardır. Bu açıdan bu bireylere kahramanlar denilmelidir.”(Hegel.)
Burada özsel olan “büyük insan” değil, onların büyüklüğünü oluşturan temelin, “daha yüksek genelin”kavranmış olması ve ona karşılık gelen ereğin ilke edinilip gerçekleştirilmiş olmasıdır. Hiçbir hakikat ehli hakikatten, hiçbir tarihsel kahraman onu büyük kılan erdemlerden daha önde değil; onları büyük, kahraman, özel ve özgün kılan şey hakikatleri, erdemleri kavramış, sorumluluğunu vicdanlarında duyumsamış kısaca bu nitelikleri karakterleri haline getirmiş ve bu sorumlulukla insanlığın önüne çıkmış olmalarıdır. Hakikatler tinin özsel gücü, bireysel tutkular ve eylemler yoluyla hayat bulurlar. Tinin en yüksek geneli (mutlak özgürlük idesi) kendi kahramanlarını bulur, kahramanlar hakikate, tinin yüksek ilkelerine hayat verirler, gerçeklik kazandırırlar.
Tarihi ve tarihsel kişilikleri anlamaya çalışırken bu karşılıklı bağıntıya dikkat çekmek önemsenmeli. Neden? Tarihsel dönüşümlere, genel olarak hangi alanda olursa olsun insanlık değerlerine katkı sağlamış, onu yükseğe taşımış bireyler toplumca değer görür ve saygıyla anılırlar. Ancak onların O olmasını sağlayan değerler ikinci dereceye düşürülürse buradan kişi kültü, onu ilahlaştırma tutumu doğuyor. Onların anlayışlarını, fikirlerini, insanlığa sunduğu tinsel mirası anlamanın yolunu kesiyor. Giderek bir düşünsel donukluğa ve kalıpçı, ışıltılı ama içi boş kopya söylemlerin çoğalmasına alan açıyor. Bireysel yüceltmelere gömülmüş akıllar, o akıl sahiplerini yani yücelticileri kendi yetilerini ve akıllarını kullanma gayretinin bir yana bırakıp “İlahına” biat etmeye, iradesini başkasına teslim eder duruma düşürüyor.
Atatürk’ten:
“Bir adam ki büyük olmaktan bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvela büyük adam lazımdır der ve bunun için bir de kendine örnek seçer, onun gibi olmayınca memleketin kurtulamayacağı kanaatinde bulunur; bu, adam değildir.”.
Büyük odur ki hiç kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için hakiki ülkü ne ise onu görecek, o hedefe yürüyeceksin, herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda mukavemeti yok eden olacaksın, önüne sonsuz engeller yığacaklardır, kendini büyük değil, küçük, zayıf, vasıtasız, hiç kabul ederek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Ondan sonra sana ‘bu yüksek’ derlerse, bunu diyenlere de güleceksin! (a.g.e:. Cilt 3, S.28. Hatıra defterinden.)
Hz. Muhammed ;“Ben de sizin gibi bir beşerim”; Atatürk “elbet benim naçiz vücudum da bir gün toprak olacaktır… bilmek benim fikirlerimi bilmektir”; Newton “ben benden önceki kahramanların omuzları üzerinde yükseldim”, dediler. Onlar hakikati kendilerine mal etmeyen, onların ilkeselliği altında onlara hizmet edilebileceğini bilenlerdir. Tinin evrensel değerleri-tarihsel gerçekler-tarihsel kişiler nesnel ve somut bir varlık olarak insanlığın mirası ve önderleri olurlar.
***
Evrenseller salt düşüncelerdir, ama keyfi değil zorunluluk içerirler; öyle soyutlukta kalamazlar, soyut içeriklerini somut nesnellik olarak edimeselleştirmeleri gerekir, yoksa anlamsız boş söylemler halinde kalırlar. Bu halleriyle, yani soyutlukları ile kendi içerikleri tarihsel koşullara bağlı olarak uygulanmazsa dönüştürücü güçlerinin gösteremezler. Bir ilke soyut olarak önce düşüncede belirir ve bu anlamda evrenseldir. Ancak evrensel olan kavram olma doğasını da taşır, zorunlukta içerdiği için. Zorunluktan kasıt; edimselleşmesi, nesnel olgu haline gelmesi, herkes için geçerli genellik taşıyor olmasıdır. Evrensel ancak bu yolla edimsellik karakterini gerçek kılar ve yaşama yol açıcı olabilir.
Öte yandan, zorunluk ve edimsel yasallık bağından koparılan evrensel “düşünce, ilke ve tasarımlar”, koşullara uyarlanarak gerçekleştirileceğine koşullara kendini dayatmaya döner. Çünkü burada uygulamaların koşulları göz ardı edilir, yaşamın aşamalı bir süreç olduğu görülemez. Bu tarz uygulamalarının acı deneyimlerini insanlık yaşadı, hem de milyonlarca insana zulüm ve ölüm getirerek.
Evrenselin soyut söyleminde kalmak, yaşamın gerçekliğine değil soyut söylemlerin hayalinde yaşar; kabul görmeyince bağnazlaşıp dayatmaya, giderek baskı ve zulüm uygulamakta sakınca görmez: onun ‘kutsal’, ama içeriksiz “düşünce ve önyargılı varsayımları”, kendini haklı göstermenin her derde deva hazır, sihirli, ama giderek ıstırap veren ilacını kullanır; bir zamanlar zulme karşı dururken gücü ele geçirince bir zalime dönüşür
Stalin’inin 1920’li yılların sonunda başlattığı kollektifleştirme uygulaması, Mao’nun 1950’li yılların sonlarına doğru topluma dayattığı “İleri Doğru Hamle” … başarısızlığa uğrayınca bunun bedelini milyonlarca insan canıyla ödedi. İdeolojik ilkeye bağlılık; günümüzde ise demokrasi ve insan hakları gibi demagojik ikiyüzlülükler de sözüm ona o boş “Evrenselliğin” nelere yol açtığını bize gösterdi: Tarihsel deneyim olarak.!
Tarihsel Kişilik
Tarihsel kişiliğin niteliklerinin anlaşılması tarihin ve tarihsel sürecin ussal olarak kavranmasının anahtarıdır.
“Dünya-tarihinin bireyleri de kafalarına taktıkları şeyi değil, doğru ve zorunlu bir şeyi istemiş ve meydana getirmiş, içlerine doğan şeyin zamanı gelmiş ve zorunlu bir şey olduğunu bilen kişilerdir… Gerçekleştirdikleri geneli kendilerinden yarattılar, ama bulgulamadılar, çünkü o hep vardır; yalnızca onlar ortaya çıkarmak onuruna erdiler.(Hegel)
Felsefe geleceğe yönelik proje sunmaz, yaşamın nasıl olması gerektiğine dair kurallar, davranış ve düşünce kalıpları da sunmaz; bunu yaparsa ideolojiye dönüşmüş olur. Çünkü Felsefi düşünce aklın, hep sorgulayıcı bir tutum ve ilkeli düşünme yöntemiyle olguları anlamlandırma çabasıdır.
Aklın yasalı-ilkeli kavrayışı, varlığın genel yasallığına uygunluk olduğu anlamada, varlığın tüm form ve mertebelerini onlar kendinde nasılsa öyle olduklarını içten kavrar. Olguyu ve sürecini içlerindeki potansiyeli oraya koymanın tutarlı yoludur.
Peki!, bunun pratik yaşam açısından önemi nedir? Buna ilk elden hemen şöyle yanıt verebiliriz: Yaşamı inşa etmek, geleceği şimdiden kurmak için temel oluşturmak; “en yüksek iyiye” (özgürlüğe) giden yöntemlerin düşünsel yetkinliğini oluşturmak… “irfanı-fikri-vicdanı hür” bir anlayış yaratmak.
Bu söylediklerimiz cumhuriyetimizin 100. Yılında bizi buraya taşıyan devrimleri ve onun arkasındaki yapıcı-kurucu aklı anlama-anlamlandırma çabasıdır.
Amaç, Hegel’in, daha doğrusu Kurgul-Tevhidi bilincin mantıksal tutarlığının edimselleşmesinin göstergesi anlamında, bunu kendi şahsında karakter haline getirmiş Atatürk’ü ve devrimleri anlamaya yönelik bir bakış açısı sunma girişimidir.
Yukarıda hegel’den yapılan alıntıya koşutluk sunan Atatürk’ün şu sözlerine kulak verirsek; “beliren ulusal savaşın tek amacı yurdu yabancı saldırganlardan kurtarmak olduğu … doğal ve kaçınılmaz bir tarih süreci idi… bu kaçınılmaz tarih akışını ilk ben de gördüm ve sezinledim. Ama baştan sona bütün evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda bütünüyle açığa vurmadık ve söylemedik…. Başarı için uygun ve güvenilir her evreyi vakti geldikçe uygulamaktı. Ben ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim gelişim yeteneğini bir ulusal giz gibi kendi vicdanımda saklayarak yavaş yavaş bütün toplumuza uygulamak zorundaydım.”
“Zor”, tarihte dönüştürücü bir işlev görür. Engels’in dediği gibi; “Zor, yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir”. “Zor” kavramı sadece şiddet olarak görülemez, ama öz olarak bir dayatma olarak kabul edilebilir. Eskinin köhnemiş, yozlaşmış, çürümüş, tarihsel olarak yok olma noktasına gelmiş kurum, düşünce, inanç, gelenek gibi kalıntılar direnç göstermekten geri kalmazlar. Yeni doğan dünyanın kazanımları henüz yaşama yansımadığı ve onlar yeterince kurumsallaşmadığı için bir “Araf” sürecinden geçmek tarihsel bir zorunluk olarak kendini dayatır.
Kaygan bir zemin olan bu aşama kendinde uygun kahramanı doğurur da. Bu önderlik çürümüşlükten yeniden doğuşa; köhnelikten sağlamlığa, bağnazlıktan ve zorbalıktan çıkıp özgürlüğün, bağımsız ve onurlu bir yaşamın temelini kurarlar. Dönüşümün yönlendirici iradesinin kararlı ve tutarlı tutumları da “en üst ereğe; özgürlük ve bağımsızlık idesini ilke edinmiş olmaları bunun koşuludur.
“Dünya -tarihinin bireyleri gerçekte insanların gönlünden yatan şeyin yolunu çizmişlerdir… ama onların durumunu ayrı tutmak gerekir. İlerleyen büyük bir kişilik, yolunun üzerindeki bazı suçsuz çiçekleri ezer, ezmek zorundadır da.” (HEGEL)
Tarihe ve insana özgü özsel belirlenimler, toplumsal sürecin ve sosyal bir varlık olarak insanın anlaşılmasının da ölçütü olurlar. Özne olmak beşerlikten insanlığa sonsuz bir yolculuktur. Bu yolculuk her bireyin kaçınamayacağı bir yolculuktur; tekil her beşer kendi insanlaşma serüvenini kendisi yaşar ve kendisini var eder, fakat hazır bulduğu toplumsal koşullar içinde. Herkes kendi bireysel yaşamının kahramanıdır, ama tarihsel kahramanlar (bireyler) yaşadıkları dönem içinde tüm toplumun bireylerinin iradelerini ve özlemlerini kendi şahsında birleştirmiş ve onu karakteri kılmış olanlardır. Onlar yaşadıkları dönemin seviyesine uyum sağlamaz, tersine o tarihsel koşulları kafalarına koymuş oldukları hedefe taşımak tutkusuyla davranır ve yaşarlar; bu yolda zor uygulamaktan çekinmezler, çünkü ayakta kalma şansını kaybetmiş bir hayatı tüm çöplüğü ve yıkıntıları ile ortadan kaldırmak zorundadırlar: bu aşamada herkesi ikna etmek ve rızasını kazanmak gibi bir ikircime düşmezler.
Hakikat zamana ve mekâna aşkındır, onun için farklı söylem biçimleri ya da düşünce disiplinleri üzerinden de kendi kendini ortaya koyar. Dostoyevski “Suç ve Ceza” adlı eserinde bir kahramanını şöyle konuşturur.
“En eskilerden başlayarak Likurgus’la, Solon’la, Muhammet’le, Napolyon’la sürüp giden insanlığın bütün kurucu ve yasa yapıcıları, hiç olmazsa yeni bir yasa yaparken toplumun kutsal saydığı eski, babadan kalma yasaları çiğnedikleri için istisnasız olarak birer suçluydular…herkesle aynı düzeyde kalmaya ise yaradılışları gereği razı olamazlar, zaten razı olmamak zorundadırlar. İki sınıf insan vardır. Sıradan insanlar; ödevleri kendileri gibi birtakım yaratıkların çoğalmasına yarayacak materyal üretmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerine yeni bir söz söylemek yetenek ve cesaretini kendinde gösteren insanlar sınıfı. Birinci sınıf insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa yarının efendileridir. Birinciler dünyayı korurlar ve sayıca çoğaltırlar; ikinciler ise dünyayı hareket ettirirler ve onu amaca doğru götürürler. Ancak yaşamak birincilerin de ikincilerin de aynı derecede haklarıdır.”
31 Ekim 1922 günü, Osmanlı egemenliğinin kaldırılmasının zorunlu olduğu üzerinde görüşmeler yapılırken; Anayasa, Diyanet İşleri ve Adalet Komisyon arasında anlamsız çekişmeler üzerine söz alır, şöyle;
“Diyanet Komisyonları hoca efendiler… Halifeliğin Padişahlıktan ayrılamayacağını savundular… Biz, çok kalabalık olan bu odanın bir köşesinde tartışmaları dinliyorduk. En sonunda Komisyon Başkanlığından söz aldık. Önümdeki sıranın üstüne çıktım. Yüksek sesle şunları söyledim. Efendiler, egemenlik hiç kimsece, hiç kimseye, bilim gereğidir diye görüşmeyle, tartışmayla verilmez. Egemenlik güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk Ulus’unun egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüz yıl sürdürmüşlerdi. Şimdide Türk Ulusu bu saldırganlara artık yeter, diyerek bunlara karşı ayaklanıp egemenliği eylemli olarak kendi eline almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan Ulus’a egemenliği bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız sorunu değildir… Bu ne olursa olsun yapılacaktır. Burada toplananlar, meclis ve herkes sorunu doğal bulursa sanırım uygun olur. Yoksa, gerçek yine yöntemine göre saptanacaktır, ama belki birtakım kafalar gidecektir.”
Tarihte devrimsel nitelikli dönüşüm yapanlar, tutkularını “özgürlük-bağımsızlık” gibi evrensel idelere bağlayarak ulusal sorunları ussal yöntemlerle kavrayıp günün gerçeklerine uygulamakla yıkılmaz bir direnç kazanırlar. Ereğe ödünsüz bağlılık, cesaret, başeğmez kararlılık, olabilecek her türlü özveriyi göze olmak tarihsel kişilerin karakteri haline gelir. Bu noktada onlarda herhangi ikircim, sarsıntı ve umutsuzluk olmaz.
“Halkın egemenliğinin elinden alınması dış şiddete bağlı gözükür. Ancak bu dış şiddet görünüştedir: Hiçbir güç, halk-tini zaten kendiliğinden canlılığını yitirmiş, ölmüş olmadıkça, ona kendini onu yıkarak kabul ettiremez.” (Hegel)
1919 yılında Atatürk’le görüşen Amerikalı General Harbord sorar: “Ulus, düşünülebilen her türlü girişim ve özveride bulunduktan sonra da başarı elde edilemezse ne yapacaksın?
Yanıt çarpıcıdır: “Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için düşünülebilen girişim ve özveriyi yaptıktan sonra başarır: Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir. Öyle ise, ulus yaşadıkça ve özverili girişimlerini sürdürdükçe başarısızlık söz konusu olamaz.
Marks da şunu söyler: “bilinç kitlelere mal olduğunda maddi bir güce dönüşürler”
Uluslar yarattıkları kültür ve uygarlık değerleri, geleceğe yönelik umutları ile vardırlar. Kendi değerleri, varlıkları tehlikeye girdiği zaman, ya da yaşamları dayanılmaz ölçüde katlanılmaz hale geldiğinde, kurtuluş için onları yenilmez kılan umut, özgürlüğe ve bağımsızlığa olan bağlılıklarıdır.
Kararlılık – Kişisel Altyapı
Bu kararlılığın, cesaretin, öngörünün eşsiz bir örneği olan Atatürk, bu karakterine halkın iradesi haline getirebilmiş ve tüm insanlığa da örnek olacak çapta başarılara imza atmıştır.
Buraya kadar söylediklerimiz Atatürk’ün eylem ve söylemlerinin arkası; düşünce ve anlayış evreninin yaşama aktarılmasının ortaya konması olarak görülebilir. Bu anlayış ve öngörü derinliğinin gerisinde elbette kişisel yaşam süreci ve olanakları da belirleyici temel olagelmiştir: Her düşünce disiplinine yönelik binlerce kitap incelemesi, üstlendiği sorumluluklar, katıldığı savaşların sağladığı eşsiz deneyimler ve bunları evrensel insani değerler bağlamında anlamlandırıp uygulaması böylesi bir dehanın ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Anılarından, yazışmalarından kendi ilgilerine, hayata nasıl baktığına, yaşamın anlamının ne olduğuna dair düşüncelerini anmak gerekir:
Bu dakika zihnimde hiçbir acının karanlığı olduğunu kabul etmek istemiyorum.
Şimdi takdir etmek isterim ki, hayatın saadeti ve sevincin zamanı, anlayış tarzına bağlıdır.
Bu teori genel olmasa bile benim için takibi lazımdır. Çünkü bu felsefi teori olmadıkça hayatımın son nefesine kadar bir an sevinç görmek anlamsız olur. (bütün yazılar.1. cilt. 15-Mart 1904)
***
“Allah’ı inkâr Mümkün mü” eserini bitirdim. Bütün feylesofların çeşitli dinlere mensup naturalistleri, akılcıları, materyalistleri, hukukçuları, düşünürleri, tasavvufçuları ruhun varlığın ve yokluğun, ruhun ve cismin bir veya ayrı olup olmadığını, ruhun kalıcı olup olmadığını inceliyor.
Bu incelemede, bilim ve fenne dayananları makbul. İmam Gazali, ibn-i Sina, ibn-i Rüşd gibi önde gelen Müslüman din adamlarının açıklamaları da sıradan açıklamalardan büsbütün başkadır; yalnız ifadelerinde çok rumuz var. Dindar düşünürler; kuralları, ilim, fen ve felsefeyi, şeriatın açıklamalarını yorumlamak için evirip çevirmeye gayret etmişler. (Günlüklerinden; 3 Aralık,1916)
***
Sizin mantıklı nasihatlerinizi beklerken şimdiki hadiseler yüzünden kazandığım sert karakteri yumuşatacak romanlar etüt etmeye ve böylece, ümit ederim ki hayatın hoş ve iyi taraflarını hissedecek hale gelmeye karar verdim. ( Çanakkale savaş günlüklerinden. Bayan Conine’e mektup)
Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar.
Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Savaşı’nda en büyük bir komutanın yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve uygulayabilir?
Tarih, gerçekleri değiştiren bir sanat değil, belirten bir bilim olmalıdır. Bu küçük savaşta bile askerî dehası kadar siyasal görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi anlatmağa yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar. Muhammed, bu savaş sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı izlemeye kalkışmamış olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi. (1930 (Şemsettin Günaltay, Ülkü Dergisi, Cilt : 9, Sayı: 100, 1945, s. 3)
***
Hiç bir zafer gâye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan gâyeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vasıtadır. Gâye, fikirdir.
Zafer, bir fikrin istihsâline hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin istihsâline dayanmayan bir zafer pâyidar olamaz. O, boş bir gayrettir.
Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına bir zafer, boşa gitmiş bir gayret olur. (16/Eylül/1921)
… Milletler işgal ettikleri arazinin hakiki sahibi olmakla beraber insanlığın vekilleri olarak da o arazide bulunanlardır. (Ankara’da eşraf ve ileri gelenlere konuşma: 29.12.1919, C.6)
Fakat efendiler …. Her halde alemde bir hak vardır. Ve hak, kuvvetin üstündedir. (a.g.y)
***
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben milletimin en büyük ve ecdadımın en değerli mirası olan bağımsızlık aşkı ile dolu bir adamım. Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî hayatımın her safhasını yakından bilenlerce bu aşkım malumdur. Bence bir millete şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın vücut ve beka bulabilmesi mutlaka o milletin özgürlük ve bağımsızlığına sahip olmasıyla kaimdir. Ben şahsen bu saydığım vasıflara, çok ehemmiyet veririm. Ve bu vasıfların kendimde mevcut olduğunu iddia edebilmek için milletimin de aynı vasıfları taşımasını esas şart bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir. Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.”
***
“Bizim devlet idaresinde takip ettiğimiz prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”
***
“İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal… İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!”
***
“Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir.”
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”Öyle de olacak.
Kadim bilgelik yolu, “bu dünya insanı kamillerin yüzü suyu hürmetine ayakta kalıyor”, der. Bu sözün yorumu ve değerlendirilmesi farklı farklı olur elbette; ancak tarihi cesur, kendine özgü söz söyleme yetkinliği olan; geleneksel, ömrünü tamamlamış, çürümeye yüz tutmuş düşünce, inanç, yönetim biçimi, yaşam tarzına kafa tutan ve bu uğurda her türlü özveriyi göze alan özgün özneler-tarihi kişiler öncülüğünde oluyor.
1923’ten 2023 yılına kadar ülkemizde yaşadığımız süreç bunun kanıtıdır. Her ne kadar sağından solundan hırpalanmaya, lekelenmeye, değerlerini aşındırmaya yönelik girişimler olsa da nafile. İnsanın özüne ve insanlığın evrensel özlemlerine dayalı olarak kurulmuş bir yaşam biçiminin sağlam temeli, erdemli değerleri karşında zavallı çırpınmalar olmaktan öte bir değeri olamaz.
Atatürk’e değer verebilmek, onu ve yaptıklarını anlayabilir olmak, bireyin kendi insani değerini tanımasıyla eş değerdedir. Tersinden bir ifadeyle, insani değerleri kendi vicdanında sezmiş herhangi bir insan O’nun değerini kendi içinde duyumsar. Böylesi kişiler sevgi beklentisinde bulunmuyorlar, özel ilgi istemiyorlar, ancak onar kendiliklerinden cazibelidirler, insanların gönlüne girerler.
Mustafa ALAGÖZ
Ekim 2024